Akademik unvanın problemli alanı: Doçentlik ve doçentlik sınavları

Kaynak : Memurlar.Net
Haber Giriş : 21 Haziran 2010 07:41, Son Güncelleme : 27 Mart 2018 00:42

AKEDEMİK ÜNVANIN PROBLEMLİ ALANI: DOÇENTLİK VE DOÇENTLİK SINAVLARI

Y. Doç. Dr. Kazım Yıldırım*

1.Giriş

Ülkemizde yükseköğretime çağdaş bir düzen getirmek amacıyla, cumhuriyet tarihi boyunca zaman zaman reform niteliğinde düzenlemeler yapılmıştır. 1933, 1944, 1970 ve 1980'li yıllarda bu anlamda bir dizi çalışma gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmaların en sonuncusu 4 Kasım 1981 (R.G.:6.11.1981) tarihli Yükseköğretime yeni düzenlemeler getiren 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunuyla yapılmıştır.

1980 yılına kadar üniversitede yetiştirmeye çalıştığımız akademisyen seviyesindeki öğretim elemanları oldukça zor denebilecek sınavlardan sonra derse girmeye hak kazanabiliyorlardı. Bu uygulama uzun yıllar ülkemizde akademisyen yetişmesini engellemişti. Fakat aynı yıllarda ?Akademi? adıyla açılmış bulunan yükseköğretim kurumlarında (Mühendislik-Mimarlık Akademileri, Ticari İlimler Akademileri, Sosyal Hizmetler Akademisi vb), daha kolay unvan sahibi olunabiliyordu. O dönemdeki Akademiler, akademik unvanın temeli sayılan doktora çalışması yaptırmadan, öğretim elemanlarının çalışma sürelerini dikkate alarak, yeterlilik tezleriyle doktorasız doçent ve profesör unvanlarını verebilmekteydiler (o yıllarda yardımcı doçentlik unvanı yoktu). Bir müddet sonra bu durum, o dönemdeki üniversitelerle akademiler arasında önemli çatışmalara yol açtı. Aynı dönemde, yukarıda da işaret edildiği gibi üniversitelerde unvan almak oldukça zor şartlara bağlanmış, unvan alanlar da çeşitli bahanelerle hemen derslere sokulmuyordu (doçentler; eylemli doçent, eylemsiz doçent şeklinde ayırıma tabi tutuluyor, eylemsiz doçentlere ders verilmiyor ve derse girmeleri engelleniyordu). Bu durum hem rahatsızlık yaratıyor ve hem de yetişmiş insanımızın enerjisini tüketiyordu.

2547 sayılı Kanun, o zaman için tıkanmış ve çatışmalı bulunan bu sistemin önünü açtı. Bu Kanunla doktorasını veya tıpta uzmanlık eğitimini tamamlamış olan öğretim elamanlarını ?yardımcı doçent? yaparak dünyada benzeri olmayan yeni bir akademik unvan türetti. Bu akademik unvan, Amerika'daki yardımcı profesörlüğün karşılığı olarak düşünülmüştü. Kanun Türkiye geneline dağılmış yeni üniversitelerin açılmasını sağlarken, yetişmiş fakat kanun yoluyla önü tıkalı binlerce akademik personeli harekete geçirerek o günün şartlarında çok önemli bir hizmeti gerçekleştirmişti. Harekete geçen bu akademik personel, enerjisini bilime harcayarak ülke düzeyinde önemli gelişmeler sağladı.

Ancak 2547 sayılı Kanunun getirdiği bu yeni sistem ve yeni atılım, zamanla getirilen zor sınavlar ve sübjektif değerlendirme kriterleri yüzünden tekrar tıkanmayla karşı karşıya kaldı. Ülkemizin çok sayıda yeni üniversitelere ve yetişmiş öğretim elemanlarına ihtiyacı varken, yetişen elemanlarımızı, şartlarını her geçen gün zorlaştırdığımız yabancı dil sınavları, ölçüsüz eser incelemeleri, sözlü sınavları ve nasıl seçildiği tartışmalı olan jürilerle yıldırmış bulunmaktayız. Aslında bugünkü bütün medeni dünyanın kabul ettiği akademik unvan doktora ve tıpta uzmanlık olmasına rağmen, Yükseköğretim Kurulu (Üniversitelerarası Kurul) gün geçtikçe sübjektif ve zor sınavlarla doçentlik unvanının elde edilmesini zorlaştırmıştır (bkz. tablo 1 ve 2).

Şu andaki Yükseköğretim Kurulu mevzuatına göre akademik unvanlar içerisinde doçentliğin elde edilmesi zorlaştırılırken, profesör ve yardımcı doçentlik unvanları daha kolay elde edilmektedir. Bu durum, bilimsel bazda unvan sıralamasına aykırıdır. Genel olarak unvanlar, küçük olandan büyük olana doğru bir seyir takip etmesi gerekir. Fakat rakamlardan da anlaşıldığı gibi (bkz. Tablo 1 ve 2) doçentlik unvanı keyfileştirilmiş, ölçüsüz ve sübjektif sınavlarla (yabancı dil, eser incelemesi ve sözlü sınavlar) bazıları için zor elde edilen bir unvan haline getirilmiştir. Sistemin hatalı olduğunu açık ve net olarak belirtmek gerekir. Bunun böyle olduğunu yetkililer de biliyor, ancak bugüne kadar hiç kimse bu alanda objektif bir gelişme sağlayamadı. Bu durumun getirdiği olumsuz sonuçların sıkıntısını; genç ve dinamik akademisyenlerimiz, zararını ise, Türkiye çekmektedir. Akademisyenleri genç yaşlarında bıktırıp, enerjilerini yanlış yollara harcamalarını sağlıyoruz.

1.2.Akademik Unvanlar

2547 sayılı Kanun 3. maddesinin (ı) bendinde, Yükseköğretim kurumlarında görev yapan öğretim elemanlarının tanımı yapılmıştır. Maddenin ilgili bendi, öğretim elemanlarını dörde ayırmıştır (Şema 1). Şema 1'de belirtilen öğretim elemanlarının tamamı akademik elamanlar olarak ifade edilmektedir. Akademik unvan ise, kanunlardaki tanımı ile doktora, tıpta uzmanlık ve sanatta yeterlilikle elde edilmektedir.

Şema 1- 2547 Sayılı Kanunun Üçüncü Maddesine Göre Öğretim Elemanları

Öğretim Üyeleri Öğretim Görevlileri Okutmanlar Eğitim öğretim Yardımcıları

*Profesör *Konusunda Uzman Kişi *Türk Dili *Araştırma Görevlisi

*Doçent * İnkılâp Tarihi *Uzman

*Yardımcı Doçent *Yabancı Dil *Çevirici

*Eğitim Öğretim Planlamacısı

2547 sayılı Kanuna göre (R.G: 06.11.1981 2547, mad; 3.ı). Üniversitelerde akademik unvan deyimi, öğretim üyeliği sıfatını almış elemanlar (yardımcı doçent, doçent ve profesörler) için de kullanılır. Aslında yukarıda da ifade edildiği gibi öğretim elemanları arasındaki konuşma dilinde ve ilmi literatürde doktorasını tamamlamış, sanatta yeterliliğini almış veya tıpta uzmanlığını bitirmiş olanlara verilen isimdir. Çalışmada, 2547 sayılı Kanunda belirtilen tanımlara uygun olarak, tıpta uzmanlık, sanatta yeterlilik ve doktoradan sonra sahip olunan yardımcı doçentlik, doçentlik ve profesörlük unvanları akademik unvan olarak değerlendirilmiştir. Aslında araştırma görevlisinden okutmanına, öğretim görevlisine ve yardımcı doçentine kadar bütün akademik elemanların durumları problemlidir; fakat bu çalışmada öğretim üyelerinin durumu, yardımcı doçentlikten doçentliğe geçişteki sıkıntılar ve doçentlik unvanı ele alınıp tartışma konusu yapılacaktır. Dolayısıyla çalışma, öğretim üyeliğine atanmalar, jürilerin değerlendirmeleri, doçentlik unvanı ve yardımcı doçentlikten doçentliğe geçişteki doçentlik sınavlarının problemlerinin tartışılmasıyla sınırlı tutulmuştur.

1.3.Öğretim Üyeline Yükseltme ve Atamalardaki Keyfilikler

2547 sayılı Kanuna göre ülkemizdeki öğretim üyeliği unvanları; yardımcı doçent, doçent ve profesörden oluşmaktadır. Bilindiği gibi yardımcı doçentlik jürilerini ilgili yüksekokul müdürü veya fakülte dekanı (2547, 23. madde), profesörlük jürilerini ilgili rektörlüğün yönetim kurulu (2547, 26. madde) tayin eder. Doçentlik unvanın elde edilmesinde ise farklı bir yol izlenmektedir. Unvanın elde edilmesi için, öncelikle, 2547 sayılı Kanunun 24. maddesinde belirten şartları yerine getirerek doçentlik sınavını başarmak gerekir. Önceleri yılda bir, şimdi ise yılda iki defa açılan bu sınavın jürilerini, Üniversitelerarası Kurul ?gizli? olarak bilgisayar marifetiyle belirlemektedir! Kurul, ?bilim konularını da dikkate alarak üç veya beş kişilikten oluşan jüriler tespit eder? (2547, 24. madde). Doçentlik sınavını başarmış olanlar, rektör tarafından ilan edilecek kadrolara müracaat edebilirler. Rektör, üç kişiden oluşan bir jüri kurar. Jürinin raporlarını dikkate alarak yönetim kurulunun görüşünü de aldıktan sonra atama işlemini gerçekleştirmiş olur (2547, 25. madde).

Ancak 2547 sayılı Kanunda; kimlerin kaç makale, kaç araştırma, kaç bildiri, kaç kitap ile yardımcı doçent, doçent veya profesör olacağı belli değildir. Konu tamamen oluşturulan jürilerin niyetine bırakılmıştır. Jürileri ise; unvanlara göre, Üniversitelerarası Kurul (doçentlik), rektörlük (profesörlük), dekanlık ve yüksekokul müdürlüğü (yardımcı doçentlik) belirlemektedir. Adayların yaptıkları bilimsel çalışmalar, jüriler tarafından birer raporla değerlendirilir; raporların değerlendirilmesi ve hazırlanmasında objektif ölçülerden ziyade, sübjektif ölçüler ağırlıktadır. Raporlar, görünüş itibarıyla adayın bilimsel çalışmaları üzerindedir. Fakat uygulamanın böyle olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Eser ve sözlü sınav değerlendirmeleriyle ilgili belirli ölçüler olmadığından jüriler, çoğu zaman keyfi davranabiliyorlar. Bundan dolayı üniversite rektörlerinin, fakülte dekanlarının, yüksek okul müdürlüklerinin ve hatta Üniversitelerarası Kurul'un niyet ve tutumları, adaylar hakkında hazırlanan raporlar üzerinde etkilidir. Aslına bakılırsa Yükseköğretim Kurulu, bu keyfiliklerin farkındadır; son yıllarda yaptığı çalışmalarla (Kanun, Yönetmelik değişikliği vb) objektif ölçüler getirebilmek için ?akademik kriterler? adı altında puanlama sistemini devreye sokmuştur. Ancak sistem, jüriye geniş, hatta sınırsız yetkiler tanıyarak, tamamen keyfi ve öznel davranışlara imkân sağlamaktadır.

Dolayısıyla yapılan değişikliğin fazla bir önemi kalmamıştır. Adaylar belli puanların üzerinde çalışma ortaya koymuş olsalar bile, bu puanları ilgili jüriler ölçüp değerlendireceğinden, yine de her şey jürilerin niyet ve insafına bırakılmış; görünüşte olmamakla beraber genel olarak; adayın kişilik yapısı, fikir ve düşüncelerinin, akademik yükseltmelerde etkili olduğunu belirtmenin yanlış bir hüküm olmadığını düşünüyorum. Atamaların tamamı tek taraflıdır; bu sebeple liyakat ve çalışkanlık değil, kişisel ilişkiler, kişisel dostluklar, siyasi görüş ve düşünceler ön plandadır. Dolayısıyla şu söylenebilir; sistem, otomatik yapıya bağlı değildir; insanı insanla değerlendirmektedir. Değerlendirmelerde ise objektif ölçüler değil, sübjektif ölçüler ağırlıktadır. Zira insanı insanla denetleme mantığı; her zaman ve her yerde olduğu gibi bu alanda da ölçüsüz, keyfi ve tek taraflı olarak sürdürülmektedir. Mevcut sisteme göre profesörlüğe yükselmiş kişilerin hata yapması mümkün görülmüyor. Bu mantıkla sınava tabi tutulan adaylar (kimi zaman eş dost ve jüri içerisinde bazılarının desteği ile), ölçüsüz bir şekilde hemen paye (unvan) sahibi yapılırken, kimi adaylar da yıllarca süründürülüp mahkeme kapılarında hak aramaya mahkûm ediliyor. Sistemde zayıf olan daima zarar görüyor ve eziliyor.

Doktorası biter bitmez, birkaç makale ile hemen kadrosu ilan edilip tespit edilen jürilerle yardımcı doçent yapıldığı gibi, doktorasını bitirdiği halde kadrosu ve çalışmaları müsait olmasına rağmen yıllarca bekletilen öğretim elemanları da vardır. Doçentlik ve profesörlük aşamalarında da aynı durum söz konusudur. Üniversitelerde yapılacak ciddi bir araştırma veya denetim, bu duruma giren yüzlerce öğretim elemanının varlığını tespit edecektir. Bu keyfiliklerin ve çifte standardın dayandığı temel noktalar; yukarıda da işaret edildiği gibi ne yazık ki, samimi ilişkiler, tanıdık, bazen de akraba bağlantısı olabilmektedir. Bunun yanında ideolojik görüşlerin ve sübjektif inisiyatiflerin rolünü de küçümsememek gerekir.

2.Akademisyenliğin Problemli Alanı: Doçentlik Unvanı

Ülkemizde akademik kariyer olarak doçentlik unvanı, 18. 06. 1946 tarihinde, 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu ile kabul edilmiştir. Daha sonra 20. 06.1973 tarihinde kabul edilen ve 07. 07. 1973 tarihinde yürürlüğe giren 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu ile sınav sisteminde değişiklik yapılmıştır. En son değişiklik ise 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile gerçekleştirilmiştir. 2547 sayılı Kanun, diğer öğretim üyelerine göre doçentlik için bir ayırıcılık getirmiştir. Önce doçentlik sınavı, sınav başarılması halinde atama gerçekleştiriliyor. 2547 Sayılı Kanunun 24. maddesi, ?Doçentlik Sınavı? başlığını taşımaktadır. Oysa diğer öğretim üyeleri için sınav değil, ?yükseltme ve atama? ön görülmüştür. 2547 Sayılı Kanunda, yardımcı doçentler için, kanun ve yönetmelikte belirtilen yabancı dil sınavı ve üç öğretim üyesinin eserleri hakkındaki görüşleri dikkate alınarak ilgili birimin yönetim kurulu teklifi, rektörün onayı (2547, mad.,23); Profesörlük unvanı için ise, beş kişilik jürinin raporları, üniversite yönetim kurulu ve rektörün onayı ile atama gerçekleştirilir (2547, mad., 26). Halbuki doçentliğin, yabancı dil dahil üç aşamadan oluşan sınavını Üniversitelerarası Kurul yaptırmaktadır. Kurul, belirlediği jürilerle sübjektif ölçülerin ağırlıkta olduğu doçentlik sınavını mevcut Yönetmeliğe göre yılda iki kez gerçekleştirmektedir.

2.1.Doçentlik Sisteminin Problemli Olduğunun Bilinmesi

Sistemin problemli olduğunu Yükseköğretim Kurulu ve Üniversitelerarası Kurul da biliyor. Bu amaçla ilgili Kurullar zaman zaman yaptırdığı çalışmalarla problemleri gidermek için çaba sarf etmiş ve bunun için raporlar hazırlamıştır. Mesela Üniversitelerarası kurulun 09 Kasım 1998 gün ve 2354 sayılı yazısıyla Prof Dr. Tamer Başoğlu, Prof Dr. Üstün Ergüder, Prof. Dr. Fethi İdiman, Prof Dr. Gülsüm Sağlamer, Prof Dr. İsmail Tosun'dan olmak üzere ?Doçentlik Sınavlarında Karşılaşılan Sorunlar?ı incelemek üzere oluşturulan komisyon, ?2547 sayılı Kanunun 24. maddesi ile Doçentlik Sınav Yönetmeliği uyarınca yapılan doçentlik sınavlarının uygulanması sırasında ortaya çıkan sorunları ve bu sorunların giderilmesi amacıyla alınması gereken önlemleri? değerlendirmiştir. Komisyon, basın organları yoluyla kamuoyuna duyurulan aksaklıkları dikkate alarak inceleme yaptığını belirtmiştir. Komisyonun tespitlerine göre, 1996, 1997 ve 1998 yıllarında doçentlik sınavına başvuranların sayısı her yıl önemli bir düşüş kaydederken, bu 3 yıl içerisinde doçentlik sınavlarına başvuran adayların %40-45'i sağlık bilimleri; gerisi diğer alanlara yönelik olmuştur. Aşağıdaki tablo, 1996'dan itibaren bu durumu rakamlarla belirtmektedir.

Tablo: 1. 1996?1998 Yılları Arasında Doçentlik Sınavına Başvuran Aday Sayısı ve Kurulan Jüriler:

ALAN 1996 1997 1998
Aday Sayısı Jüri Sayısı Aday Sayısı Jüri Sayısı Aday Sayısı Jüri Sayısı
Sağlık Bilimleri 1251 461 860 328 746 288
Sosyal Bilimler 579 255 486 223 461 219
Sanat 30 16 20 12 16 11
Fen Bilimleri 286 109 212 90 7172 72
Ziraat ve Orman 181 80 117 58 87 49
Teknik Bilimler 411 200 337 177 323 167
Teknik Eğitim 29 14 24 15 29 19
Top1am 2767 1135 2056 903 1834 825

Kaynak: Üniversitelerarası Kurul, Haziran 1999, Ankara, s. 3.

Tabloda da (tablo 1) görüldüğü gibi, 1996'da 2767 aday müracaat ederken, bu sayı 1997'de 2056, 1998'de ise 1834'e düşmüştür. Türkiye'nin bu alandaki ihtiyacı her yıl artarken, getirilen zor sınavlar ve sübjektif değerlendirmeler yüzünden rakam her yıl biraz daha aşağı düşmektedir. Bu tablo gelişmek arzusunda bulunan Türkiye için olumlu değildir.

Yaklaşık on yıl sonra Üniversitelerarası Kurul tarafından oluşturulan 2. tabloda yine manzaranın fazla değişmediği anlaşılmaktadır. Doçentlikteki keyfilik, öğretim üyeleri içerisindeki sayısal veriler dikkate alınırsa bu tabloda da rahatlıkla anlaşılabilir (Tablo 2). Tablo 2'nin verilerinden de anlaşılacağı gibi yıllık olarak sayısı artmayan öğretim üyeleri sadece doçentlerdir. Tabloda profesörlerin yıllık artışı 650-700, yardımcı doçentlerin 1000-1100 civarıdır. Doçentler ise yıllık olarak 2002-2003 öğretim yılında bir önceki yıla (2001-2002) göre 148, 2003-2004 öğretim yılında, 2002-2003 öğretim yılına göre 88 eksilmiştir. Sadece 2004?2005 öğretim yılındaki doçent sayıları bir önceki yıla göre 108 civarında artış göstermiştir. Üç öğretim yılının tamamı dikkate alınırsa doçent sayılarında artış değil, düşme söz konusudur. Bu manzara Türkiye'nin gelişimine uygun olmadığı gibi, problemli ve düşündürücüdür.

Tablo: 2. Üniversitelerdeki Öğretim Elemanları Sayıları

  2001?2002 2002?2003 2003?2004 2004?2005
Profesör 9.396 10.042 10.688 11.220
Doçent 5.367 5.219 5.121 5.229
Yardımcı Doçent 11.190 12.356 13.266 14.219
Araştırma Görevlisi 25.864 27.380 28.426 28.261
Diğer Öğretim Elemanları 18.195 19.137 19.564 20.626
TOPLAM 70.012 74.134 77.065 79.555

Kaynak; http://www.yok.gov.tr/istatistikler/istatistikler.htm (07.01.2009)

Burada bazı soru işaretleri söz konusudur. Mesela:

1)2547 sayılı Kanunda diğer öğretim üyeleri için merkezi sınav öngörülmediği halde doçentlik için buna niçin gerek duyulmuştur? Şayet burada bu unvanın önemi belirtiliyorsa, o zaman mesela profesörlük unvanı, doçentlik unvanından daha mı önemsizdir?

2)Doçentlik unvanı, tablolarda görüldüğü gibi her geçen yıl zorlaştırılarak daha az sayıda akademisyenin bu unvanı elde etmeleri sağlanırken, doçentliğin dışındaki diğer öğretim üyeleri için daha kolay geçiş söz konusudur. Mesela; bu sonuca göre, doçentliğe göre daha üst akademik unvan olan profesörlük kolaylaştırılmıştır. Ayrıca doçentlik aşamasının bütün sınavları sübjektiftir. Bunun böyle olduğunu yukarıdaki tablolar (tablo 1 ve 2) da ortaya koymaktadır. Hem eser incelemesi, hem de sözlü sınavlarla ilgili olarak ortaya konulmuş ciddi ölçütler mevcut değildir. Her şey jürinin görüş ve üstünlüğüne bırakılmıştır. Yönetmelikte belirlenmiş ve her bir alan için yeni bazı kıstasların varlığı önemli olmakla birlikte, bunların jürinin kontrolüne terk edilmesi işi sübjektifleştirmiştir. Bu durumda kıstasın (kriterin) ne önemi var? Adayın çalışmasının puanla değerlendirilmiş olması sadece görüntüdedir. Çünkü bunun kabul edilip edilmemesi jüriye bırakılmıştır.

2.2. Doçentlik Sınavına Başvuru Şartları

2547 sayılı Kanunun 24. Maddesi, ?Doçentlik Sınavı? için öncelikle merkezi yabancı dil sınavından en az 65 alarak başarılı olmayı öngörmüştür. Şartları Yükseköğretim Kurulunca belirlenen ve oldukça zor olan doçentlik merkezi yabancı dil sınavından, başlangıçta yetmiş alma şartı vardı. Sonra Kamu Personeli Dil Sınavı (KPDS) ile birleştirildi ve yetmiş alma şartı devam ettirildi. Şimdi ise Üniversitelerarası Dil Sınavı (ÜDS) şekline dönüştürülerek en az 65 almak şartı getirilmiştir. Bunun yanında son yıllarda alınan kararlarla KPDS (Kamu Personeli Dil Sınavı)'den 65 ve yukarı puan alanlar ve Tofel sınavında belirli başarıyı gösterenlerin de yabancı dilden başarılı sayılmaları mümkün hale getirilmiştir. Alternatiflerin olması olumlu olmakla birlikte, zaten sınava girmiş ve başarılı olmuş yardımcı doçentleri tekrar bu sınavlarla uğraştırmak doğru değildir. ÜDS, KPDS veya Tofel'den belirtilen puanları alarak başarılı olan adaylar, doçentlik için Üniversitelerarası Kurul tarafından belirlenen eser kriterlerini yerine getirmeleri halinde, oluşturulan on iki temel alandan birisine başvurabilirler. Bu alanların her biri için oluşturulan eser kriterleri farklı olabilir. Başka bir deyişle her alanın eser kriteri aynı olmayabilir. Mesela ?Sosyal ve Beşeri Bilimleri Temel Alanı?nın eser puan kriterleri en az altıdır (Ekim 2010'da sekize çıkarılıyor). Başlangıçta üniversiteler aracılığıyla doçentlik sınavı için Yükseköğretim Kurulu'na (Üniversitelerarası Kurul) müracaat edilirdi. Şimdi ise bireysel olarak internet üzerinden başvurular yapılmaktadır. Üniversitelerarası Kurul, her aday için bilgisayar marifetiyle tespit ettiğini iddia ettiği beş kişilik jüriler kuruyor. Yeterli elaman olmayan alanlarda üç kişiden meydana gelen jüriler de oluşturulabiliyor. Adaylar kendileri için belirlenen jürilere eserlerini göndererek onlardan gelecek sonuçları beklerler.

2.2.1.Müracaatta Yaşanan Problemler

Dil sınavını başaran adaylar, Üniversitelerarası Kurul'un eserlerle ilgili belirlediği kriterleri tutturması halinde Doçentlik için şahsi müracaatta bulunabilirler. Müracaatlar, güvensizlik esası üzerine kurulmuştur. Lisans, yüksek lisans doktora diplomalarının yanı sıra, nüfus cüzdan sureti, Yabancı dil belgesi, zarf, posta pulu gibi insanı bıktırıcı, çoğu gereksiz, keyfi şeyler isteniyor. Mesela doktora esas olduğuna göre neden lisans ve yüksek lisans diploması isteniyor? Bu durumda niçin lise, ortaokul ve İlkokul diplomalarını istemediklerine de şaşırıyorum. Belki aday, ilkokulu bitirmeden ortaokulu, ortaokulu bitirmeden liseyi bitirmiş olabilir. Hemen her müracaat döneminde yeni belgeler isteniyor, yeni ilaveler yapılıyor. Böyle bir güvensizlik mantığı ile yapılan müracaatlarla kurulan jüriler, her türlü yetkiye sahiptirler. Yaptıklarıyla ilgili hiçbir sorumluluk taşımazlar. Müracaatları kabul edilen adaylar için üç veya beş kişiden oluşan jüriler kuruluyor.

2.2.2.Doçentlik Jürilerinin Kurulması ve Yetkileri

Doçentlik jürilerini, Üniversitelerarası Kurul gizli olarak belirlemektedir. Jüri belirleme işlemi adayların önünde açık ve şeffaf yapılırsa bu alandaki soru işaretleri belirli ölçüde azalabilir. Ayrıca eleman yetersizliği öne sürülerek üç kişiden oluşturulan jüriler de tartışma meydana getirmektedir. Bu durum çoğu kimseler tarafından bazı adaylara ayrıcalık getirilmesi olarak algılanıyor. Jürilerin bu şekilde oluşturulması çok tartışmalıdır. Bilgisayarla nasıl tespit edildiği, bilgisayar kuralarının kimler tarafından ve ne şekilde çekildiği, belli ve açık değildir. Çoğunlukla bir aday için bilgisayarın belirlediği jüri, nasıl oluyorsa, her seferinde aynı üniversitelerin öğretim üyelerinden oluşuyor. Bu ve benzeri olumsuzluklar, ister istemez büyük rahatsızlıklara yol açmaktadır. Bu açıdan Jürilerin belirlenmesi işi tartışmalıdır. Sistem böyle devam ettirilecekse jüriler, mesela; kura çekme işlemiyle adayların hazır bulunduğu bir ortamda belirlenemez mi? Yapılması günümüz şartları açısından daha uygun olmaz mı? Ne yazık ki Üniversitelerarası Kurul, bütün rahatsızlıklara rağmen bu konuda hiçbir çaba sarf etmiyor. Bunun yanı sıra, alanında öğretim üyelerinin yokluğu bahane edilerek üç kişilik jüriler de oluşturuluyor. Üç kişi olarak kurulan jüriler için genel kanı, doçent adayın işi ?garanti? şeklindedir.

Gerek eser incelemesi esnasında, gerekse sözlü sınavlarda jürinin neyi ölçü olarak kabul edeceği, eserleri hangi kıstaslara (kriterlere) göre, nasıl değerlendireceği, sözlü sınavda ne tip sorular soracakları, adayı neye göre sınavdan geçirecekleri, sınavda başarı için neleri ne kadar bilmesi gerektiği, en önemlisi sınava giren adayın ne gibi hakkı/hakları olduğu, bu hakkını nasıl kullanacağı konusunda kesin bir ölçü mevcut değildir. Her şey beş kişilik jüriden üçünün verebileceği olumlu veya olumsuz karara bırakılmıştır. İlk yıllarda olumsuzluk halinde, jürinin raporları ilgili üniversite daire başkanının nezaretinde sadece okunabiliyor, fotokopi veya sureti dahi alınamıyordu (şimdi aday kendisi doğrudan Üniversitelerarası Kurul'dan raporlarını isteyip inceleyebiliyor).

3.Doçentlik Sınavı Aşamaları

Merkezi yabancı dil sınavından (ÜDS, KPDS) en az 65 veya Tofel vb. geçerli puan almak; bu sonuç önceliklidir. Bu sınavı başaramayanlar doçentlik sınavına müracaat edemezler. Doçentlik sınavının bundan sonraki aşaması iki kademede gerçekleştirilmektedir: 1) Jüri tarafından adayın yaptığı bilimsel çalışmaların (eserlerin) incelenmesi, 2) Sözlü sınav aşaması. Buna göre doçent olabilmek için birbirine bağlı üç sınavdan geçmek zorundadır. Bunlar:

1) Merkezi yabancı dil,

2)Jüri tarafından adayın yaptığı bilimsel çalışmaların (eserlerin) incelenmesi,

3) Jüri tarafından gerçekleştirilen sözlü sınav aşaması.

3.1. Merkezi Yabancı Dil Aşaması ve Zorunluluğu

Doçent adayları veya yardımcı doçentler, sahip oldukları unvanlarını elde edinceye kadar; yüksek lisans, doktora ve yardımcı doçentlik aşamalarında, yabancı dil sınavlarına girip başarılı olmuşlardır. Bu başarılarına rağmen, ?olmadı bir daha? mantığıyla, yeniden merkezi yabancı dil sınavına tabi tutulmaları ayrı bir haksızlıktır. 2547 Sayılı Kanun ilk çıktığı yıllarda (Yürürlük tarihi: 06. 11. 1981), doçentlik unvanına sahip olup profesör olmak isteyenlere, şimdiki sisteme benzer merkezi yabancı dil sınavı öngörülmüştü. Birkaç kez sınava girip başarılı olamayan o dönemdeki doçentler, bu duruma şiddetle itiraz ettiler, kısa süre sonra, 1991 yılında 2457 Sayılı Kanunun ilgili maddesi değiştirilerek, profesör olmak isteyen doçentlerden yabancı dil sınavı şartı kaldırıldı. Böylece profesörlük kolay elde edilebilen bir unvan oldu. Bunun açık göstergesi, doçent olduktan sonra, zorunlu beş yılın sonunda, hemen her kesin profesör unvanını çok rahat elde etmeleridir. Bu sürenin sonunda Profesör olamayanların çoğu, bilimsel eksiklikten ziyade, yönetim kademeleriyle sağlıklı ilişki kuramaması veya yönetim kademeleriyle düşünce paralelliğinin bulunmamasıdır. Ciddi bir denetim sonucunda durumun böyle olduğu görülecektir.

Burada belirtmek istediğimiz husus yabancı dilin gereksizliği değildir: Birincisi; yabancı dilin merkezi sınavla zorunluluk haline getirilerek adeta bir dayatma yapılmış olması ve akademik yükseltmede engel olarak konulmasıdır. Zira işaret edildiği gibi, bu aşamaya gelinceye kadar en az üç sefer yabancı dil sınavına girmiş ve başarılı olmuş birisini tekrar tekrar zorlu sınavlara (merkezi yabancı dil sınavına) tabi tutarak önünün tıkanması ve engellenmesidir. Bu çok önemli bir haksızlıktır. O zaman şu da sorulabilir; profesör olmak için merkezi yabancı dil sınavına tabi tutulan doçentlerden bu sınav neden kaldırılmıştır? Maksat yabancı dilin öğretilmesiyse, o zaman akademisyenleri, başta yardımcı doçentler olmak üzere sırasıyla yurtdışına göndererek kısa sürede bu iş çözülebilir. İkincisi ise; güçlü olanın zayıfı ezmeye çalışmasıdır. Başka bir ifade ile yabancı dilin gereklilikten çıkarılarak zorunlu hale dönüştürülmesi yanlışlığı ile yardımcı doçentlerin sürekli olarak baskı altında tutulmaya çalışılmasıdır.

Doktora, Yardımcı doçentlik ve yardımcı doçentlikten doçentliğe geçişte çok şey istenmesine rağmen, doçentlikten profesörlüğe, kanuni beş yıllık zorunlu bekleme süresi dışında, birkaç yayın yeterli olabiliyor. (Kanunda, yayın sayısı, yayın niteliği çok açık olarak belirtilmemiştir). Dolayısıyla bu unvan, çok rahatlıkla elde edilebiliyor.

3.2.Eser İnceleme aşaması

Eser incelemesinde ?nitelik? ve ?nicelik? aranmaktadır. ?Nicelik?, sayıyı ifade ettiği için anlaşılabilir bir kriter olmakla birlikte, ?nitelik? jürinin keyfine ve inisiyatifine bırakılmıştır. Jüri üyelerinden bazıları eser inceleme aşamasında doçent adayının eserlerini çok beğendiğini belirtirken, bazıları aynı eserleri çok sert bir eleştiriye tabi tutmaktadırlar. 31.01.2009 Tarih ve 27127 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Doçentlik Sınav Yönetmeliğinde konuyla ilgili olarak belirtilen açık bir ölçü mevcut değildir. Hukukta ?ölçülülük? diye bir kavram söz konusudur. Burada ?Ölçü? nedir? Ölçü; her şeyin açık ve şeffaf olarak yerli yerine konulup doçent adayının haklarını gözeten unsurlara yer verilmesi olmalıdır. Aksi takdirde ortaya çıkan veya çıkacak olan keyfiliğin önüne geçmek mümkün olamaz. Bu gün yaşanan durum ne yazık ki budur. Beş kişilik jürinin üçü eserleri onaylamazsa bu aşamadan başarılı olunamaz. Kurulan jüriler, eserlerde hangi ölçüleri değerlendireceklerdir? Değerlendirme kriterleri ne olacaktır? Adayın kişisel düşünceleri, siyasi görüşü mü? Yoksa yaptığı bilimsel çalışmalar, yetiştirdiği öğrenciler, bilime kazandırdığı hizmetler mi? Adayın yaptığı eserlerin ölçüleri neye göre değerlendirilmektedir? Bu konuda geliştirilmiş objektif ölçüler yoktur. İsterse aday yüz tane eser üretsin, yani nicelik (sayı) ne olursa olsun her şey jürinin inisiyatifine bırakılmıştır. Beş kişilik jüriden üçü eserleri beğenmezse eser aşamasından geçilemez.

Doçent olabilmesi için her bir adayın, en az kaç makale, kaç bildiri, kaç kitap yazması gerekir? Bunlar belli değildir. Ayrıca doçentlik için adayların en az çalışma süresi ne olmalıdır? Şu anda doçent olanların kaç eser, kaç makale, kaç çalışmayla bu unvanı elde ettiğine dair objektif denetim yapılmış da değildir. Yapılması halinde ne kadar değişik sonuçların ortaya çıkacağı açıkça görülecektir. Doçent olabilmek için bilimsel yayınlarla ilgili olarak konulan puan kriterleri, jürinin tek taraflı inisiyatifine bırakılmıştır. Dolayısıyla eser inceleme aşamasında mesela bir jüri üyesi, doçent adayının eserlerini övüp çok bilimsel ve yararlı bulurken, bir başkası eleştirerek yerden yere vurmaktadır. Hangisinin yaptığı doğrudur? Bu doğru nasıl tespit edilecektir? Bunlar yönetmelikte net ve açık değildir. Eserde alınan puanların sözlüye etkileri de değerlendirilmemiştir. Jüri, üretilen eserleri beğenmezse sayısı kaç olursa olsun eserden geçmek mümkün değildir. Her şey beş kişilik jürinin sübjektif ölçülerine, insafına, adayların dostluk çabalarına kalmıştır. Bunun yanı sıra, yukarıda da işaret edildiği gibi, alanında öğretim üyelerinin yokluğu bahane edilerek üç kişilik jüriler de oluşturuluyor. Üç kişi olarak kurulan jüriler için genel kanı, doçent adayın işi ?garanti? şeklindedir. Bu da ayrı bir tartışma konusudur. Kanun ve yönetmeliklerde jüriye sorumluluk yüklenmemiştir. Jüri, keyfi tutumuyla istediği adayın eserini öven, istediğini küçümseyen anlayışa sahiptir. Bunu yapmaya hakkı olmaması gerekir, zira eserler bilimsel kriterlerden geçerek ilgili kaynaklarda yayınlanmıştır. Ne yazık ki şu an sistem böyle çalışıyor. Son yapılan (2008, 2009) Kanun ve Yönetmelik değişikliği problemi çözmemiş, jürinin keyfi ve ölçüsüz davrandığı/davranabileceği metin olduğu gibi korunmuştur.

Mesela, eserlerin puanla değerlendirilmiş olmasının yanında jürilere gönderme gereğinin ortadan kaldırılmamış olması, kriter özelliğini tartışmalı hale sokmuştur. Yönetmelikte, belirtilen puanları eserleriyle almayı hak eden öğretim üyesinin çalışmalarını, jürilerin inisiyatifine bıraktırması, işi sübjektifleştirmiştir. Puana tabi eserlerin özellikleri belirtilirken, yabancı dilde yayın yapmanın özendirilmesi de başka bir yanlışlıktır. Ayrıca ders kitabının puana tabi tutulmaması da doğru bir yaklaşım değildir. Bunun için mevcut uygulama, jüriye tek taraflı geniş yetkiler tanımakla doçent adayının haklarını güvence altına almıyor/alamıyor, bu açıdan hukuka uygun değildir. Mevzuatın bu şekilde işlemesiyle yüzlerce doçent adayı mağdur edilmiş, kurumuyla mahkemelik olmak zorunda bırakılmıştır. Sıradan ve basit bir inceleme bile, bu konularda yüzlerce sorunla karşı karşıya kalan doçent adaylarının mağduriyetlerini ortaya koyacaktır. Bu insanlar hayatlarının en verimli anlarında kurumlarıyla karşı karşıya kalmak zorunda bırakılmış ve sistemle problemli hale getirilmişlerdir.

3.3. Sözlü Sınav Aşaması

Doçent adayı, yabancı dil ve eser aşamasını başarırsa, üçüncü aşama olarak sözlü sınavına girmek ve jürinin sorduğu soruları cevaplandırmak zorundadır. Burada her bir sınav birbirinden bağımsızdır. Eserden geçen aday sözlüden başarılı olmadığı sürece doçent olamıyor.

Sözlü sınavların ölçüsü yoktur. Sözlü sınavlar nasıl yapılacak, kimler kaç soru soracak, bu soruların doğru cevapları nasıl puanlanacak, bu cevaplar eser incelemesinden alınan puanları ne kadar etkileyecek, bunlar yönetmelikte belirtilmemiştir. Burada jüriye çok geniş takdir yetkisi ve inisiyatifi tanınmış, doçent adayının hakları dikkate alınmamıştır. Üstelik adaya ne sorulduğu, ne sorulacağı da belli değildir. Her şey beş kişilik jüriden üçünün inisiyatifine bırakılmıştır. Böyle bir haksızlık, mağduriyet ve engel çok kişiyi sıkıntıya sokmuştur. Ayrıca kime hangi tür soruların sorulacağı, doçent adayının hangi tür bilgilerle, ne kadar süre ve bu süre içerisinde verdiği cevaplarda kaç puan alması gerektiği konusu ayrıntılı olarak, ölçme değerlendirme tekniğine uygun şekilde belirtilmemiştir. Bu sınavın diğer sınavlara puan katkısı da değerlendirilmemiştir. Şu anda sistem tamamen keyfidir. Bu keyfiyet doçent adaylarını yıldırmış ve ürkütmüştür. Çünkü yapılanlar ?kalite? adına ölçüsüz, sübjektif ve zorlaştırmaktan başka bir şey değildir. ?Kalite? görecelidir ve dolayısıyla sadece işin bahanesidir.

3.3.1. Sözlü Sınavın Güvenirliği

Ayrıca sözlü sınavları, yargısal denetime elverişli olmadığı, yönetimin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğuna ilişkin Anayasal kurala (Any., 125/1. maddesi) da aykırıdır. Her adaya sorulacak soru veya soruların nasıl tespit edileceği de belirsizdir. Bu açıdan Sözlü sınavları geçerli, güvenilir ve objektif değildir; tam aksine yanlı, taraflı uygulamalara imkân verebilmektedir. Sözlü sınavlarına tanınan ağırlık (%100), onun kaçınılmayacak sakıncalarını artıracaktır. ?Denetlenemeyen takdir alanı? hukuka aykırı genişliği göstermektedir. Böyle bir uygulamanın hukuki koruma görmemesi gerektiği açıktır. Mesela istenmeyen değişkenler (anlatım yeteneği, konuşmanın etkililiği, cevap verenin şivesi, ses tonu, giyimi, kuşamı, davranışları); ?sözlü sınavın? geçerliliğini zedeler ve tartışmalı hale sokar. Bir ölçme aracında bulunması gereken güvenirlik ve geçerlilik özellikleri açısından sözlü sınavlar yetersizdir. Sözlü sınavların güvenilirlik düzeyi çok düşüktür. Sınırlı sayıda sorunun sorulabildiği sözlü sınavların sonuçları, şans unsurundan (öğesinden) büyük oranda etkilenebilir. Az sayıdaki soru ile belli bir konu alanında yoklanmak istenen bilgi ve beceriler örneklendirilemez. Kapsadığı sorular, değişen her sözlü sınavda, sınava girenin farklı bir puan alması ihtimalini güçlendirir. Şans ve rastlantı, sonucun güvenilirliğini azaltır. Zor sorularla karşılaşan şanssız, kolay sorularla karşılaşan ise şanslı sayılabilir/sayılacaktır.

Sözlü sınavlar, amaçlı biçimde kimi adaya zor, kimilerine kolay sorular sorulmasına da elverişlidir. Doğru cevabı hatırlatabilecek ipucunun kimi adaylara verilmesi, kimilerine verilmemesi, başarması istenmeyen adayların cevaplaması da sözlü sınavların ölçme değerini düşüren unsurlardandır. Güvenilir olmayan bir ölçme aracının doçentlik unvanının verilmesinde %100 etkin olmasının kamu yararı, dolayısıyla hukuka uygunluğu ciddi anlamda tartışmalıdır.

Sözlü sınavlar, asla objektif değildir; bunun için bütün kamu kuruluşları sisteminden çıkarmış veya çıkarmaya çalışmaktadırlar. Üyesi olmayı arzuladığımız Batılı ülkelerde de sübjektif, insan hakkını gözetmeyen, tam tersine ayrımcılık getiren unsurlara ve bu arada sözlü sınavlara yer verilmez (yazılı sınavlar bile ayırımcılığa yol açabileceği düşüncesiyle kaldırılmaya çalışılıyor). Çünkü sözlü uygulamalar, günümüzde sınav olarak değerlendirilmemektedir. Mahkemeler, müracaat halinde kamu yararı bulunmayan bu tür sınavları iptal etmektedirler. En önemli gerekçeleri; sübjektif ve ayırımcılığa yol açmasının yanında, objektif sonuçların denetlenebilirliğini ortadan kaldırmasıdır. Ayrıca, sözlü sınavlarla idare, kamu gücünü sınırsız, ölçüsüz ve keyfi kullanmasına imkân tanımaktadır. Bu durum vatandaşlarına hukuk güvenliğini sağlayan Anayasanın ilgili maddeleriyle çelişmektedir. Zira T.C. Anayasası, şahıslara karşı kamu gücünün sınırsız, ölçüsüz ve keyfi kullanılmasına imkan tanımamaktadır. Aksi halde devletin hukuk güvencesi sağlama gerekçesi ortadan kalkmış olur.

3.3.2. Sözlü Sınavların Yol Açtığı Haksızlıklar

Sözlü sınavların, objektif olmadığı kesindir; sonucu belirleyen sınavı yapanların kişisel yargılarıdır. İçerik bakımından yargısal denetimi imkânsız kılmaları sebebiyle sözlü sınavlar ayırımcılığa en elverişli olanlardır. Sözlü sınavların puanlama güvenilirliği de yoktur.

Bu husus hukukla bağdaştırılamaz. Sözlü sınavların giderilemeyecek sakıncaları bulunduğu uzun süreden beri bilinmekte ve savunulmaktadır. 1950'li yıllardan beri sözlü sınavlarda verilen notların gerçeği yansıtmadığı (isabetli olmadığı) iddia edilmektedir. Rastlantının büyük rol oynadığı bu tür sınavlar sakıncalıdır. %100 etkinliği olan sözlü sınavlar, arzu edilen adayları elemek için bir araç olarak kullanılmaya müsaittir. Bu sebeple adayların ileride giderilmesi güç veya tümüyle imkânsız zararlara uğramaları kaçınılmazdır. Özellikle bazı bilim dallarında çeşitli eksenler etrafında gruplaşmalar olduğu da bilinmektedir. Bu dallarda adayın doçentlik sözlü sınavlarında başarılı olup olmamasını, gruplarla olan diyalogu belirlemektedir. Bu durum, çoğu zaman ?karanlık? olarak nitelenen Batı'nın Ortaçağ dönemindeki Patristik-Skolastik anlayışla ciddi anlamda benzerlik göstermektedir. O dönemde, Batı'da bilim, belli çevrelerin, grupların, otoritelerin ve özellikle papazların tekelindeydi. Batı'nın ?Karanlık Ortaçağında? otorite kuranlar korku, endişe ve baskılarla uzun süre insanları, Allah'ın adına kendilerinin uydurdukları değişmez doğmalarla oyalamışlardı. Bu durum; Batı'da zaman zaman çatışmalar ve tartışmalara yol açmış, uzun mücadeleler sonucu aydınlık yol bulunabilmişti. Bu gün bazılarınca, Türkiye'de bilim adına oluşturulmaya çalışılan anlayış, Batı tarafından uzun süre denenmiş ve zararından başka faydası tespit edilmemiş zihniyetin basit ve sıradan kalıntısı gibidir. Zararından başka hiçbir faydası belirlenmemiş olan sözlü sınavlar, bu zihniyeti taşıyan insanlara önemli ölçüde pirim vermektedir. Bu açıdan hiçbir şekilde objektif olmayan bu tür sınavlar; ya sistemden kaldırılmalı veya başarı üzerindeki etkisi yok denecek derecede azaltılmalıdır.

3.2.3.Sözlü Sınavlarla İlgili Mahkemelerin Verdiği Bazı Kararlar

İdarenin ciddi kusuru dolayısıyla sözlü sınavlar konusunda, son yıllarda mahkeme kapılarında hak aramak zorunda bırakılan yüzlerce insan vardır. Doçent adayları da bunlar arasındadır. Mahkemeler sözlü sınavların denetlenmesi ve objektif hale getirilmesiyle ilgili olarak kararlar vermekte, yapılan sınavları iptal etmektedirler. İdari Mahkemeler ve Danıştay'ın karalarında en önemli gerekçeler; 1) Sözlü sınavın, yazılı sınavın nesnel sonuçlarını etkisiz kılması, 2) Sözlü sınavın, idari yargı denetimini sınırlandırmış olmasıdır. Özellikle Danıştay'ın bu tür kararları, sözlü sınav hükümlerine yer veren yönetmeliklerin iptali istemlerinde önemli bir dayanak oluşturabilir.

En son Danıştay On ikinci Dairesi verdiği kararında, sözlü sınav komisyon üyelerinin her biri tarafından değerlendirme yapılarak tutanağa bağlanmış soruların ve cevaplarının neler olduğunun, bu cevaplara komisyon üyelerince takdir edilen notun gerekçeleriyle ortaya konulmamış olması ve ayrıca sözlü sınavda verilen cevapların teknolojik imkanlardan yararlanarak sesli ve görüntülü kayıt altına alınmaması sebepleriyle sözlü sınavda başarısız sayılmasına ilişkin işlem hukuka uygun bulunmamıştır. Bu davanın yapılan temyizi neticesinde dosya Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulunda görüşülmüş ve aşağıdaki karalar alınmıştır:

1- Sözlü sınavın sesli ve görüntülü kayıt yapılmak suretiyle gerçekleştirilmesi günümüzde mümkündür. Bu imkânın kullanılmaması hukuk devleti ilkesinin sağladığı güvenceyi zedelemektedir.

2- Sözlü ve görüntülü kayıt imkânı varken ayrıca sözlü sınav komisyon üyelerinin soru ve cevapları tutanağa bağlaması gerekmektedir.

3- Sözlü sınavda komisyon üyelerince takdir edilen notun gerekçeleri ortaya konulmalıdır.

4- Sınav öncesinde soruların ve cevaplarının (cevap anahtarı) hazırlanmış olması gerekmektedir.

5- Sözlü sınav öncesinde adaylara yöneltilebilecek soruların ve cevaplarının hazırlanmış olması zorunludur. Sınav sırasında, adaylara hazırlanmış olan bu sorulardan kur´a yöntemiyle belirlenenler sorulmalıdır.

Üniversitelerarası Kurul, sözlü sınavın sübjektifliği, denetlenememesiyle ilgili açılan davalarda verdiği cevaplar, sınavın sübjektif olması dolayısıyla denetiminin yapılamayacağı yönündedir. Kurul, genel olarak; sözlü sınavlarda yapılan değerlendirmelerin doğruluğunun veya yanlışlığının objektif belgelerle ortaya konulması imkanı sözlü sınavın niteliği itibarıyla bulunmadığını belirtmektedir.

Niteliği ne olursa olsun sınavlarda; sorulan soruların, doğruluk veya yanlışlıkları objektif belgelerle ortaya konulmayacaksa, değerlendirmeler, hangi kriter veya kriterlere göre ve nasıl yapılacaktır. Yapılacak değerlendirmeler objektif olamayacaksa/olamayacağına göre; hissi mi? Duygusal mı? Yoksa sübjektif mi olacaktır? Sorulan soruların ve verilen cevapların doğruluk ve yanlışlığının objektif belgelerle ortaya konulmasında ve değerlendirilmenin objektif ölçütler içerisinde yapılamasında/yaptırılmasında Üniversitelerarası Kurul sorumludur ve bunu yapmak zorundadır. Aksi takdirde, ölçüsü belli olmayan keyfilikler ve keyfi tutumlara yol açar. Üniversitelerarası Kurul sübjektiflikleri savunmak yerine, objektif ölçütler içerisinde sınav yaptırmanın yollarını aramalı ve bulmalıdır. Yapılmıyorsa, ya kurallarını değiştirmeli veya bu tür sınav aşamalarını tümüyle ortadan kaldırmalıdır. Çünkü bu çeşit sınavlar objektif değil, sübjektiftir. Sübjektifliğin bilimselliği olamaz. Sınav, ?bilim adamları? tarafından yapılıyor diyerek de ?bilimsel? olamaz. Özellikle sözlü sınavlarda ne sorulan sorular ve ne de verilen cevapların doğruluk veya yanlışlıklarının tespiti mümkün değildir. Bu açıdan keyfilik arz etmektedir.

Onun için hemen bütün kamu kuruluşlarında sözlü veya mülakat türü sınavlar bilgi ölçme ölçütü olmaktan çıkarılmış ve bu sebeple kaldırılmıştır. Mesela ortaöğretim kurumlarında sözlü sınavlar yoktur. Mesleki kariyer açısından, istatistiklere bakıldığı zaman doçentlik sınavlarının, kanunun çıktığı günden beri sorunludur ( bkz. Tablo 1 ve 2). Her alanı sorunlu olmakla birlikte, özellikle sözlü sınavlar bütünüyle sorunludur. İddia edildiği gibi hiçbir mesleki bilgiyi, mesleği temsil etme yeteneğini ölçmemektedir. Çünkü ölçebilecek kritere sahip değildir. Kaldı ki bu mesleği zaten icra eden insanlara, ?doçentlik sözlü sınavları?, mağduriyet dışında hiçbir şey kazandırmamıştır. Onun için yukarıda da arz edildiği gibi hemen bütün kamu kuruluşlarında sözlü veya mülakat türü sınavlar, bilgi ölçme ölçütü olmaktan çıkarılmış ve bu sebeple sistemlerinden kaldırılmıştır.

Nitekim Doçentlik Kanununu ve Yönetmeliğinde yapılan son değişikliklerin temelinde sınavın, objektif ve denetlenebilirliğinin sağlanması yatmaktadır. Kamu gücünü sınırsız, ölçüsüz, keyfi ve sübjektif kullanarak, hangi kriterlere göre değerlendirmenin yapıldığı dahi belli olmayan ?sözlü sınavlarla?; haksızlıklar ve mağduriyetlere yol açılmıştır.

3.2.4. Sözlü Sınavların Anayasa ve Hukuka Aykırılığı

Mevcut sistemde, doçentlik sınavları (eser ve sözlü aşamaları), sübjektif olduğu için çok tartışılmıştır. Mesela eser aşamasında sübjektivizm daha ziyade yayınların ?niteliği?, ?orijinalliği?, ?yeterli? olup olmamasıyla ilgilidir. Sözlü sınavların ise her aşaması objektif değildir. Eser aşamasında ?nitelik?, ?orijinallik? ve ?yeterlilik? ölçüleri net olarak tanımlanmamıştır. Keyfi tutumların ve sübjektif değer ölçülerinin ortadan kalkması için yayınların hangi tür dergilerde (gerekirse dergi isimleri de belirtilerek), sayısının en az kaç olması gerektiği önceden açıkça belirtilmeli ve bir daha ?nitelik?, ?orijinallik? ve ?yeterlilik? konusu gündeme gelmemelidir. Sözlü sınavlar ise tamamen sübjektiftir, bilgiyi ölçmekten uzaktır. Sınavların ve değerlendirmelerin sübjektif yapılması, jüriye tek taraflı inisiyatif tanınması, doçent adayının haklarının korunmaması ve sınav sisteminin açık ve şeffaf olmaması, eser incelemesinin ve sözlü sınavlarının hangi kriter ve bu kriterlerin birbirlerine etkisinin ne olduğunun belirsiz olması, alanın problemli olmasına yol açmış ve eşitsizlikler doğurmuştur. Sınavlarda kamu gücü sınırsız, ölçüsüz, keyfi ve tek taraflı kullanılmış ve kullanılmaya devam ediliyor. 2008 yılında, 2547 sayılı kanunun 24. maddesinde yapılan değişiklik ve bu değişikliğe dayanılarak 31.01.2009 Tarih ve 27127 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Doçentlik Sınav Yönetmeliği de problemin çözümünde yeterli olmamıştır. Bu açıdan 2547 sayılı kanunun 24. maddesi, Anayasanın, ?Kanun Önünde Eşitlik? (Any.m. 10), ?Anayasanın Bağlayıcılığı ve Üstünlüğü? (Any. m.11),?Temel Hak ve Hürriyetlerin Özelliği? (Any. m.12) ve ?Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlanması? (Any.m.13) maddelerine aykırıdır.

Sonuç ve Öneriler

Sonuçlar

a) Mevcut sistemde, akademik unvanlar içerisinde doçentlik sınavları problemlidir. Hemen her aşaması zorlu sınavlarla örülmüştür. Yapılan sınavlar, bilgi ölçme tekniğine uygun değildir. Başta merkezi yabancı dil sınavının zorluğu olmak üzere, eser inceleme ve sözlü sınavlar pek çok haksızlıklara yol açmaktadır. Bu açıdan sınavlar, başarıyı ölçmeye değil, istenilen kişiyi elemeye yöneliktir. Jüriye tek taraflı yetki verilmesinin amacı da budur. Çünkü bu yetkileri düzenleyen Kanunlar, 12 Eylül 1980 ihtilal mantığını taşımaktadır. Bu mantık, istenileni sistemde tutmak, arzu edilmeyeni elemek üzerine kurulmuştur. Bu açıdan çoğu akademisyenin ifade ettiği gibi doçentlik; ?elde edilmiyor, jüri tarafından ikram ediliyor.? Doçentliği düzenleyen Kanun (2547/24), bugüne kadar çok tartışılmış olmasına rağmen, ne yazık ki köklü değişikliğe uğratılmamıştır. Yapılan kısmi düzeltmeler ise, doçent adayına fazla bir yarar getirmemiş, jüriye tanınan yetkileri daha da perçinleştirmiştir.

Doçentlik aşamasını düzenleyen sınavların tümü insanları ayırıma tabi tutarak elemektedir. Bu sebeple adayların ileride giderilmesi güç veya tümüyle imkânsız zararlara uğramaları kaçınılmazdır. Bazı bilim dallarındaki gruplaşmaları da dikkate almak gerekir. Bu dallarda adayın doçentlik sınavlarında (eser ve sözlü) başarılı olup olmamasını, gruplarla olan diyalogu belirlemektedir. Mahkeme müracaat ve kararlarında bunu görebiliriz. Bu durum, yukarıda da işaret edildiği gibi, çoğu zaman ?karanlık? olarak nitelenen Batı'nın Ortaçağ dönemindeki Patristik-Skolastik anlayışla ciddi anlamda benzerlik göstermektedir. Bilindiği gibi Batı'da bilim, uzun süre din adamlarının tekelinde kalmış, ilerleme kaydetmemiştir.

Gerek eser inceleme esnasında, gerekse sözlü sınavlarda jürinin neyi ölçü olarak kabul edeceği, eserleri hangi kriterlere göre, nasıl değerlendireceği, sözlü sınavda ne tip sorular soracakları, adayı neye göre sınavdan geçirecekleri, sınavda başarı için neleri ne kadar bilmesi gerektiği, en önemlisi sınava giren adayın ne gibi hakkı olduğu, bu hakkını nasıl kullanacağı konusunda Kanun ve Yönetmelikte kesin bir ölçü mevcut değildir. Her şey beş kişilik jüriden üçünün verebileceği olumlu veya olumsuz karara bırakılmıştır. Bugün, Türkiye'de, sadece dört makale ile doçent olanların varlığı söz konusu olduğu gibi, on veya yirmi eserle bu unvanı elde edemeyen akademisyenler de bulunmaktadır. Doçentlik unvanı için akademisyenlerin çok sıkça tekrarladıkları şey, yukarıda da işaret edildiği gibi, ?doçentlik unvanı elde edilmiyor, veriliyor; jüri tarafından ikram ediliyor.? Yani bu unvanı elde etmede objektif kriterlerin varlığından söz etmek mümkün değildir. Her şey jürinin niyet ve görüşüne bırakılmıştır. Açıkçası jürilerin hangi kriterleri ölçü aldığı belli değildir. Kanunun ilgili maddesi ve ona dayanılarak çıkarılan Yönetmelikte ölçüler net ve objektif değildir. Her şey beş kişilik jürinin sübjektif ölçülerine, insafına, adayların dostluk çabalarına kalmıştır.

Dünyada eşi ve benzeri bulunmayan böyle bir değerlendirme sistemi, ya bırakılmalı veya objektif ölçüler içerisinde değerlendirme yapılabilecek bir yapıya kavuşturulmalıdır. Kimin kaç makale, kaç kitap, kaç bildiri, kaç çalışma, kaç yayın vb. ile doçent olacağı belirtilmeli, insanlar jürinin insafından kurtarılmalıdır. Sistem, kendi kendine çalışan otomatik bir yapıya kavuşturulmalıdır. İnsanı insanla denetleyen mantık ve mekanizmalar son bulmalıdır. Zira mevcut sistemde, eser inceleme aşamasında bile keyfi davranan jürinin, sözlü aşamasında ne yapacağını kestirmek zordur. Onun için bu sistem tümüyle kaldırılmalıdır. Doktoradan sonra belirli yıl ve eser sayısı konarak insanlar unvanlar itibarıyla otomatik olarak yükseltilmelidirler.

b)Mevcut sistem yeniden gözden geçirilmeli; doktorası biten elemanlar öğretim üyesi yapılmalı; belirli yıl ve eser sayısından sonra doçent ve profesörlük unvanlarına otomatik olarak kavuşturulmalıdır. Çağdaş dünyada yeri olmayan ?insanı insanla denetleyen? sınav ve jüri sistemli yapılanmalardan uzak durulmalıdır; yine dünyada eşi ve benzeri bulunmayan yardımcı doçentlik unvanı ise tümüyle sistemden kaldırılmalıdır.

Öneriler

Şayet mevcut sistemin devamı düşünülüyorsa:

a)Merkezi yabancı dil sınavları kaldırılmalıdır;

Zira en az üç sefer yabancı dil sınavına girmiş ve başarılı olmuş birisini tekrar zorlaştırılmış merkezi yabancı dil sınavına tabi tutmak yanlıştır. Ayrıca yabancı dil gerekli olabilir, ama hiç de zorunlu değildir. Yani bilim için ?olmazsa olmaz? değildir. Öncelikle insanlarımızı, ?yabancı dil olmazsa bilim de olmaz? mantığından kurtarmak gerekir. İnsanları bu mantığa inandıranlar/itenler, bilerek veya bilmeyerek yabancı dil rantından geçinenlere hizmet etmektedirler. Şu unutulmamalıdır; geçmişteki bilim dillerimiz, sırasıyla; Çince, Arapça, Farsça, Fransızca ve şimdi de İngilizce olmuştur. Geçmişe, tarihe bakarak karar verelim: Yapılan işlem doğrumudur? Arapça ve Farsça dillerinde yapılan bilimi, yazılan eserleri (mesela Farabi, İbn Sina Arapça, Mevlana Farsça, Arapça vb) tenkit edenler, bu gün İngilizceyi zorunlu tutarak aynı işe hizmet etmiş olmuyorlar mı? İşte bu mantığa dur demek lazımdır ve ben dur diyor ve ilave ediyorum; bilim, Türkçe ile yapılır. Yabancı dili, zorunluluk olmadan isteyen öğrenilebilir. Bunun için zorunlu olmaktan çıkarmak kaçınılmazdır. Ayrıca; zaten bilim adamı olmuş birisinin önüne böyle bir barikatı koymanın mantıklı hiçbir yönü bulunmamaktadır. Durumu zorlaştırarak, sadece bu işten geçinenlere ciddi anlamda hizmet etmiş oluyoruz.

b)Eser inceleme aşamasında jüri üstünlüğü kaldırılmalıdır;

Bunun için; eser sayısı ve hangi dergilerden (gerekirse dergi isimleri de belirtilerek) yayınlanacağı önceden belirtilmelidir. Belirli yıl ve tecrübeler aranarak şahısların doğrudan doçentliğe yükseltilmeleri ve mevcut sistemde, ?insanı insanla denetleyen? jüri anlayışından uzaklaşılması gerekir. Böylece jüri tarafından gelişigüzel yapılan incelemelerin, sübjektif ve keyfi davranışların ortadan kaldırılması mümkün olabilir. Böyle yapılması halinde, özellikle hiçbir şeyi ?beğenmeyen/beğendirilmeyen? jüriler, doçent adaylarının eserlerini eleştirmekle geçirecekleri kıymetli zamanlarını bilime harcayarak ülke yararına iş yapmış olurlar.

c)Doçentlik sözlü sınavları kaldırılmalıdır;

Zira bu sınav ne kadar objektif yapıldığı iddia edilirse edilsin, tamamen sübjektiftir ve haksızlıklara yol açmaya müsaittir.

d)Yabancı dilde veya uluslar arası yayın yapma zorunluluğu ya da bunlardaki puan üstünlüğü kaldırılmalıdır;

e)Bütün çalışmaların puanla değerlendirilmesi, jüri vb. inisiyatiflerinin kullanılmamamsı gerekmektedir; aksi takdirde haksızlıklar ve hukuka aykırı işlemler devam edecektir.

Ancak bize göre akademisyenlerle ilgi mevcut sistem başarısızdır değiştirilmelidir:

Sistemin tümüyle değiştirilmesi, akademisyenliğin temeline doktoranın konulması, yardımcı doçentliğin sistemden kaldırılması, doçentlik ve profesörlüğün jüri inisiyatifi olmadan eser ve tecrübe esasına dayalı olarak tanzim edilmesi gerekir.

Ayrıca insanların her türlü özlük hakları korunmalı ve değerlendirilmelidir. Bu gün olduğu gibi 12 Eylül kalıntısı 2547 sayılı Kanun, buna dayalı olarak çıkarılan 2914 sayılı Personel Kanunu ve 78 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle çıkarılan Kadro Kanununda ön görüldüğü gibi, yardımcı doçentlerin dereceleri, 675 sayılı Kanunda lise mezunu memurun derecesi ile eşleştirilmemelidir. Son sekiz yılı mevcut iktidar döneminde olmak üzere; bu durum ve haksızlık, 2010 yılı itibarıyla, 28 yıldan beri sürdürülmektedir.

Yıllarca sürdürülen, sürüncemeye bırakılarak çözülmeyen/çözülemeyen insanların özlük haklarıyla ilgili haksızlıklar, hiç kimseye pirim kazandırmaz/kazandırmamaktadır. Bir lütuf olarak değil, bir hak olarak en kısa sürede çözülmelidir.

Doktorasını yapmış tüm elemanlar; belirli yıl, tecrübe ve eserler aranarak doçentliğe ve yine belirli yıl tecrübe ve eserler istenerek profesörlüğe yükseltilmelidir; jüri sistemi ise tamamen kaldırılmalıdır. Böylece, dünyada eşi ve benzeri bulunmayan yardımcı doçentlik de tarihe karışmalıdır. Bugün, akademisyenlerin önünde engel olarak duran, başta merkezi yabancı dil olmak üzere, insanı insanla denetleyen eser incelemesi, sözlü sınavlar vb sübjektif jüri görüşleri ortadan kaldırılmalıdır. İnsanı başkası değil, sistemin kendisi, ortaya koyduğu ve aşılması kolay olan ölçülerle denetlemelidir.

Kaynaklar

T.C. Anayasası.

Yükseköğretim Kanunu, Kanun No: 2547, Kabul Tarihi, 04.11.1981, Resmi Gazetede yayımı 06.11.1981.

Yükseköğretim Personel Kanunu, Kanun No:2914, Kabul tarihi, 11.10.1983.

4584 Sayılı Kanunun.

5772 Sayılı Kanun ile diğer kanun ve kararnameler (mesela 78 Sayılı KHK).

Üniversitelerarası Kurul, Haziran 1999, Ankara.

http://www.yok.gov.tr/istatistikler/istatistikler.htm (07.01.2009)

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber