Müslüman toplumlar, kadın sorunu ile yüzleşmeli

Kadın konusunda modernlik-gelenek ikilemini aşmak için hem Müslüman toplumların hem de modernitenin tarihindeki ayrımcı uygulamalarla hesaplaşmak ve kadını aktif toplumsal özne olmaktan alıkoyan tüm söylem ve örüntülere karşı mücadele etmek gerekir.

Haber Giriş : 01 Şubat 2015 15:36, Son Güncelleme : 27 Mart 2018 00:42
Müslüman toplumlar, kadın sorunu ile yüzleşmeli

Kadının konumu, İslam dünyası açısından en ikircikli konulardan biridir. Gerek sömürgeleştirilmiş ülkelerde gerekse kendi yönetici seçkinleri eliyle modernleştirilmeye çalışılan toplumlarda kadın, esasen bedeni, giyim kuşamı ve yaşam alışkanlıkları itibarıyla modernleştirici projenin ilk hedefi ve ana muhatabı olmuştur. Kadının başörtüsünden arındırılarak evsel alandan kamusal alana çıkarılması, modernleştirici projenin temel hedefiydi. Bunun yarattığı tepki, özellikle geleneksel kesimler açısından, aileyi son sığınak olarak görmek ve yeniden İslamlaşma hamlesinin buradan diğer kurumlara doğru gerçekleşebileceğine inanmak nedeniyle, kadının evsel konumunu ısrarla vurgulamak şeklinde gelişti.

Söz konusu açık saldırı ve onun yarattığı savunma refleksi, modernleşme öncesi dönemde İslam dünyasındaki kadın-erkek ilişkilerinin yüceltilmesine ve tüm sorunların modernleşmeyle birlikte başladığı yönünde bir inancın yaygınlaşmasına yol açtı. Müslümanlar, modernleşme öncesinde kadın-erkek arasında doğanın verdiği farklılıkların gözetildiği bir tamamlayıcılık ilişkisinin bulunduğunu, modernitenin getirdiği eşitlik idealinin bu doğallığı ve ilişkiyi zedelediğini düşünür oldular. Lakin özellikle toplumsal cinsiyet perspektifinden bu bakış açısı, anlaşılabilir olmakla birlikte doğru değildir.

Kadın, tarihsel tecrübede de ayrımcılığa uğradı

Tarihsel tecrübeye baktığımızda, İslam dünyasında da, kadın-erkek ilişkilerinin bir tamamlayıcılıktan ziyade eşitsizlik içerdiğini, hiyerarşik bir kademelenmeye gönderme yaptığını biliyoruz. Özellikle ilk dört halife (Raşit halifeler) sonrasında saltanata geçiş süreciyle birlikte İslam toplumu eşitlikçi, özgürlükçü, değiştirici, dönüştürücü hatta devrimci denilebilecek yapısını yavaş yavaş kaybederek, hiyerarşilerin güçlendiği ve bunun da dinle meşrulaştırıldığı bir yapıya büründü. Eşitsizlik çözümlemelerinde ölçüt olarak kullandığımız gelir/servet, saygınlık ve güç bakımından kadınlar erkeklerin gerisinde bir konuma itildi ve bunun da kadının "zayıflık", "kırılganlık", "duygusallık" gibi doğal özelliklerinden kaynaklandığı tezi güçlendirildi.

Ticaret yapan, camide saf tutan, savaşlara katılan, sözü dinlenen ve sözüne itibar edilen peygamber dönemi kadınlarının yerini iktisadi faaliyeti yasaklanan, karar alma ve uygulama mekanizmalarından dışlanan ve saygı görmek bir yana bir fitne kaynağı olarak görülen kadınlar aldı. İşin en trajik tarafı, bunun ontolojik bir eşitsizlik iddiasıyla gerekçelendirilmesiydi. Bu açıdan bakıldığında, modern dünyanın dayatmalarına karşı tezler geliştirilmeye çalışılırken, kadınların pre-modern dönemde uğradığı haksızlık ve ayrımcılıkları görmezden gelmenin, bunlarla İslam nokta-i nazarından hesaplaşmak yerine geleneğin ayrımcı uygulamalarına vurgu yapmanın bugün için amaca ulaştırıcı bir tutum olmadığı söylenebilir.

Seküler feminist çevreler, zaten başörtüsü, annelik, çalışma, aile içi ilişkiler gibi pek çok konuya şablonik bir perspektiften baktıklarından, onların da bu alana katkısı sınırlı kalıyor. Çünkü seküler feministlerin, daha baştan başörtülü kadınların ikincilliğe ya da bağımlılığa yazgılı olduğu gibi önsel bir kabulleri var. Bunu aşmakta zorlanıyorlar. Muhafazakar camia da, bu tezlere karşı kendisini konumlandırmaya çalışırken, karşıt bir kutba savruluyor ve feminist tezlerin karşıtlarına sarılıyor. Bütün bunlar, gelenekçilik ile modernite arasındaki birkaç asırlık çatışma bağlamında bir yere oturuyor. Bu, işin sosyolojik yanı.

Verilen tepkileri anlayabiliriz ama bunlarla yetinemez ya da bunları kabullenemeyiz. Zira İslam teorisi ve pratiği (bir kısmıyla elbette), her ikisini de aşan bir duruşu gerekli kılıyor. Örneğin; kadının kamusal alanda çalışması, feminist yaklaşımın savunduğu gibi bir kutsal ya da bir zorunluluk olmadığı gibi, muhafazakarların ileri sürdüğü gibi bir kabahat/suç da değildir. Kadının kendini gerçekleştirmesinin yollarından biridir sadece. Olması gereken, kadının çalışmaya ya da evde kalmaya zorlanması değil, hangisini ya da hangilerini tercih ederse, tercihi doğrultusunda desteklenmesi, önündeki engellerin kaldırılmasıdır.

Çözüm: Modernite-geleneksellik ikilemini aşmak

Toplumun tümden hızla modernleştiği bir dönemde, sorunun kadınların çalışmasına indirgenmesinin de fazla bir anlamı yoktur. Nitekim günümüzde muhafazakar ailelerde görülen anlaşmazlık ve boşanmaların pek çoğu, modern örüntüler içinde çalışmaya ve boş zaman geçirmeye alışan muhafazakar erkeklerin, kendi geçmişlerini temsil eden geleneksel kadın tipiyle birlikte yaşamayı artık başaramamalarından kaynaklanıyor. Bu açıdan bakıldığında, kadının kamusal alanda yer alıp almayacağı ya da çalışıp çalışmayacağı tartışmasının, sosyolojik ve tarihsel gerçeklik açısından aşılmış bir mesele olduğunu söyleyebiliriz.

Verili kamusal alan örüntülerinin bu denli içselleştirildiği bir dönemde kadının geleneksel koşullara dönmesinin, aileyi ve toplumu bütüncül şekilde dönüştürmesi mümkün değildir. Müslümanlar, küresel sisteme önerebilecekleri alternatifler üzerinde çalışmak yerine kadın bedeni ve görünürlüğü üzerinden tartışma yürüttükleri sürece ne kadının, ne ailelerin, ne de toplumun sorunlarını çözebilirler.

Kaldı ki, evin ya da evde olmanın bir pasiflik konumu olduğu tezi de modernistler ile gelenekçilerin ortaklaştığı bir tezdir. Dikkat edilecek olursa, bu iki görüşün birbirinden beslenerek ve birbirine cevap yetiştirerek ayakta kaldığını görebiliriz. Türkiye'deki dindar kadınlar arasında, özellikle 2000 öncesindeki toplumsal ve siyasal mücadeleler içinde yer almış olanların, bu denklemin yanlışlığını gösteren güzel örnekler oluşturduğu söylenebilir. Hem başörtüsü mücadelesinde hem de diğer toplumsal meselelerde öncü olmuş bu kadınlar kuşağı, eğitimli, meslek sahibi, zaman zaman çalışma hayatı içinde bulunmuş kişilerden oluşuyordu. Çalışma hayatları başörtüsü yasakları nedeniyle sık ya da uzun kesintilere uğramış olan o kadınlar, evde oldukları dönemde de aktiftiler. Bu örnekler, bize asıl meselenin modern iş örüntüleri içinde yer alıp almamak değil, dünya kurucu aktif bir özne olabilmek olduğunu gösteriyor.

Özetle ifade etmek gerekirse, dindarlar arasında, Raşit halifelerden sonraki döneminde üretilmiş ve kadının "geri" konumunu temellendirmeye adanmış dini literatürden beslenen bir damarın varlığı inkar edilemeyecek bir gerçektir. Söylemde bir muhafazakarlaşma da söz konusudur. Lakin bu ülkede, başörtüsü yasağının mevcut olduğu dönemlerde, pek çok dindar aile, kızlarını okuyabilmesi için başını açarak okula gitmeye zorlamış ya da yurt dışına göndererek kendileri için çok ağır olan eğitim masraflarını göğüslemişlerdi. O çocukların birçoğu, bugün çalışma hayatının içinde yer alıyor.

Mevcut siyasilerin pek çoğu, söylemlerine karşın, kızlarının eğitimine önem veriyor ve onları kamusal alanda aktif olmaya teşvik ediyor. Ve aynı siyasi ekiplerin beslendiği İslamcılık, kadını toplumsal hayatın ve mücadelenin merkezine koyan bir düşünceler bütününe sahiptir. Bugünkü siyasi kadrolar, en olgun başarılarını, kadınların ev ev gezerek yaptıkları aktif propagandalara borçludurlar. Darbeci yahut seküler vesayetçilerin temel tezleri, başörtülü kadınların ne yapıp ne yapmayacaklarına kendileri karar veremeyen ikinci sınıf varlıklar oldukları şeklindeydi. 28 Şubat'tan bu yana verilen mücadeleler, tam da bu ötekileştirme ve vesayetin ortadan kaldırılmasına yönelikti.

Dolayısıyla bugün, o vesayetin yerine bir yenisinin konulmasını, hele bunun Müslüman kimliği ile öne çıkan kişi ve kesimlerden gelmesini kabullenmek mümkün değildir. Yaşam tarzlarına odaklanılarak tersinden bir okuma ile kadın bedeni ve tercihleri üzerinden bir İslam tartışması sürdürülmesi de kabullenilemez. Bu durum aslında klasik modernlik-gelenek çatışmasının bize verdiği hasarlardan biridir. Çözüm ise ideolojik tercihlere göre bunlardan birine sarılmakta değil, bu ikilemi aşmaktır. Bunun yolu da hem Müslüman toplumların hem de modernitenin tarihindeki ayrımcı uygulamalarla hesaplaşmak ve kadını aktif bir toplumsal özne olmaktan alıkoyan tüm söylem ve örüntülere karşı mücadele etmektir.

Al Jazeera

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber