AK Partinin kapatılmamasına ilişkin Anayasa Mahkemesi kararının tam metni

Kaynak : Memurlar.Net
Haber Giriş : 24 Ekim 2008 07:00, Son Güncelleme : 27 Mart 2018 00:42

700 sayfalık kararın tam metni için tıklayınız. (Sağ tıklayıp, farklı kaydedi seçiniz)

24 Ekim 2008 CUMA
Resmî Gazete
Sayı : 27034

ANAYASA MAHKEMESİ KARARI

Anayasa Mahkemesi Başkanlığından:

Esas Sayısı : 2008/1 (Siyasî Parti Kapatma)

Karar Sayısı : 2008/2

Karar Günü : 30.7.2008

DAVACI : Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı

DAVALI : Adalet ve Kalkınma Partisi

DAVANIN KONUSU : Davalı Partinin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği savıyla Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası, 69. maddesinin altıncı fıkrası ve 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi ve 103. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca temelli kapatılmasına karar verilmesi istemi.

I- DAVA

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın Anayasa Mahkemesi'nin 30.3.2008 günlü toplantısında 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 175. maddesi uyarınca kabul edilerek davanın açılmasına esas alınan kapatma istemli 1 sayısından 170 sayısına kadar delil numaralarına göre sıralanmış belgeleri içeren 10 adet klasör ile çeşitli belgeleri kapsayan 7 klasör olmak üzere 17 klasör ekli 14.3.2008 günlü ve SP 115 Hz.2002/3 sayılı İddianamesi:

...............................

Davalı parti savunmasında özetle;

Haklarında düzenlenen iddianamenin baştan aşağı belli bir siyasi/ideolojik yaklaşımı yansıttığı, bu haliyle adeta bir muhalif siyasi parti bildirisi niteliğinde olduğu, dolayısıyla bu davanın siyasi bir dava olduğu, iddia makamının önyargılı ve ideolojik tutumunu esas hakkındaki görüşünde devam ettirdiği, baştan sona ?emperyalizm?, ?ihanet?, ?irtica?, ?mürteci?, ?din tacirleri?, ?tertipçi?, ?sömürgeci?, ?mandacı?, ?işbirlikçi?, ?gerici?, ?iç ve dış odaklar? ve ?siyasi hegemonya projesi? gibi hukuken tanımlanması imkansız ve fakat belli bir siyasi/ideolojik tavrı yansıtan kavramlarla kanaatini oluşturduğu, tarihsel olayları 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulmuş olan Adalet ve Kalkınma Partisine karşı açtığı davanın konusu haline getirdiği ve indirgemeci yaklaşımla ?irtica tehlikesinin mevcudiyeti ve yakınlığı?na kanıt olarak gösterdiği, bunun hukuk etiği ile bağdaşmadığı, karmaşık toplumsal olayları kategorik genellemelerle açıklamaya çalışan bir pozitivist yaklaşımla, hukuk alanında telafisi imkansız sonuçlara yol açmaktan çekinmediği,

İddianamenin ?toplama? delillerle şişirilerek özensiz ve düzensiz bir şekilde kaleme alınan siyasi mülahazaları yansıtan bir metin niteliğinde olduğu, kanıtların arasında ?Birliğimizi kapatma hükmü taşıyan taslak her şeye rağmen kanunlaştığı takdirde yasal haklarımız kullanılacak, Anayasanın 90/son maddesi uyarınca tüzel kişiliğimiz devam edecektir? ifadesine yer verilen ve partilerine ve hükümet politikalarına karşı tavırlarıyla bilinen YARSAV'a ait olduğu anlaşılan yazıların arkasına yapıştırılan gazete kupürlerinin çıkmasından, aynı şekilde Ak Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili gazete kupürlerinin üzerinde el yazısıyla ?RTE röportajı? şeklinde bir ifadenin bulunmasından anlaşılabildiği,

Başsavcılığın esas hakkındaki görüşlerinde tasavvur ettiği toplum modelinin dehşet uyandırıcı olduğu, bu modelin farklılıkları düşman olarak gören, çoğulculuğa, çok partili yaşama, siyasi partilere, sivil toplum kuruluşlarına, aydınlara, din adamlarına ve üyesi bulunduğumuz uluslararası kuruluşlara kuşkucu ve komplocu olarak yaklaşan bir model olduğu, demokrasiyle laikliği bir araya getiren ?demokratik laiklik? kavramından bile rahatsızlık duyan bir anlayışın, ne demokrasiyi ne de laikliği korumasının mümkün olmadığı,

Davanın temelinin, Adalet ve Kalkınma Partisinin demokrasi ve laiklik anlayışı ile Başsavcının anlayışının bağdaşmamasının yattığı, Partinin laiklik anlayışının başkalarının temel hak ve özgürlüklerine tehdit oluşturmadığı, farklı din ve inançları sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederek bunların bir arada barış içinde yaşamalarını hedeflediği, bu nedenle de bireyi değil devleti muhatap aldığı, Anayasanın 2. ve 24. maddeleriyle bunların gerekçelerinin de aynı doğrultuda olduğu, laikliğin devlet ve din işlerinin bir birinden ayrılmasını ve devletin tüm inançlar karşısında tarafsız olmasını gerektirdiği, ancak bir inanca dönüşmeye başladığı yerde, devletin bireysel inançlar karşısına yeni bir inanç sistemi çıkarmasının kaçınılmazlaşacağı, bunun ise devletin meşruiyetini zedeleyeceği, iddianamede laiklik ilkesinin değil, laiklik adıyla totaliter bir ideoloji, bir felsefî kanaat ve en tehlikesi diğer dinî inançlarla rekabet halinde olan bir inanç sisteminin tanımlandığı ve savunulduğu,

Yaşam biçiminin, asgari ölçekte bireysel yaşamların ve özgürlüklerin insana tanıdığı çerçevede yapılan tercihlerle oluştuğu, bireylerin değerlerini ve dünya görüşlerini ifade ettiği, yaşam biçiminin özgürce belirlenmesinin bireysel özgürlük olduğu, siyasal düzen kuralı olan laikliği yaşam biçimi olarak kabul etmenin, bu özgürlükleri ortadan kaldıracağı ve hangi yaşam biçiminin laik olup olmadığının da bilinmediği, bunu kabul etmenin, totaliter sistemlerde olduğu gibi karar vericilerin yaşam biçimlerinin tüm topluma dayatmasına olanak sağlayacağı, laikliğin bir yaşam biçimi olmayıp, tersine farklı yaşam biçimlerini bir arada ve barış içinde yaşatan ilkenin adı olduğu, Anayasanın 5., 17. ve 20. maddelerinin bunu öngördüğü,

Laikliğin felsefi bir inanç olmadığı, bilime dayanan çağdışı pozitivist bir ideolojiyi yansıttığı ve bilimsel olmadığı,

Başsavcılığın din anlayışının sosyolojik gerçeklikle bağdaşmadığı, dinin yalnızca bireylerin vicdanında yer alan bir olgu olarak değerlendirilmesinin gerçekliğe aykırı olduğu ve kendisiyle çeliştiği, laikliğin insanı kul olmaktan çıkarıp birey yapan bir ideoloji olarak sunulmasının, teolojik anlamda insan ile tanrı arasındaki ilişkinin koparılması, dolayısıyla dinin esasen vicdanda da yer edinmemesi gerektiği sonucunu doğurduğu, iddianamede yer alan dini inanç ve duyguların sadece vicdanlarda kalması, dinin sosyal ve kültürel bir bağ oluşturamayacak şekilde yaşanması ve toplumsal alandan dışlanması gerektiği şeklindeki katı ideolojik yaklaşımın hiçbir Batılı demokratik laik sistemde karşılığının olmadığı,

Tüm toplumlarda dinin, bireylerin kimliklerini belirleyen temel kaynaklardan birini teşkil etmesi nedeniyle, din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye alan laikliğin, bu özgürlüğün toplumsal yansımalarını reddetmeyeceği, dolayısıyla iddianamede ?devletin ve hukukun? dine dayandırılmaması ile bireylerin din ve vicdan özgürlüğünün toplumsal alanda yansımalarının birbirine karıştırılmasının temel hatalardan birisi olduğu,

Devletin sosyal, hukuki, siyasi ve ekonomik temel düzenlerini Avrupa hukukuna uyarlayarak modernleştirmiş ve laikliğin ikinci ayağı olan din ve vicdan özgürlüğünün alanını genişletmiş bir partinin, laikliği ihlal ettiğini ileri sürmenin ancak bir algılama hatasından kaynaklanmış olabileceği, partinin Başsavcının pozitivist ve militan laiklik anlayışı yerine özgürlüğü esas alan bir laiklik anlayışını benimsemesi nedeniyle irtica suçlamasıyla karşılaşmasının kabul edilemez olduğu, partinin, laikliği resmi bir yaşam biçiminden çok, farklı yaşam biçimlerinin bir arada yaşamasına olanak sağlayan siyasal ilke olarak kabul ettiği, bu özgürlükçü tutumun batı demokrasilerinde de kabul edildiği, aksi taktirde belirli bir yaşam tarzına sahip azınlığın diktasının savunulmuş olacağı, partilerinin hiçbir zaman referandum veya benzeri yöntemlerle laikliğin meşruiyetini ve uygulanabilirliğini sorgulama çabası içine girmediği,

Topluma karşı ?neden yeni taleplerde bulunuyorsunuz?? demenin vatandaşa tebaa muamelesi yapmak anlamına gelen çağdığı bir yaklaşım olduğu, vatandaşların mevcut hak ve özgürlüklerin yetmediği durumda, siyasal, kültürel ve bireysel yeni haklar talep edebileceği, sivil toplumun ve siyasi partilerin işlevinin de bunları toplulaştırmak, demokratik yollardan gündeme getirmek olduğu, uzun süre toplumun gündeminde olan bir olgunun zorunlu olarak siyasetinde ve toplum temsilcilerin gündeminde de olacağı, nitekim Türki siyasal yaşamının demokratik ve laiklik açısından kuşku duyulmayan önemli kişilerin de aynı zorunu kendilerinden farklı şekilde gündeme getirdikleri ve çözülmesi gereğini beyan ettikleri, taleplerin başka partiler tarafından dile getirilmesi gerçeği karşısında yalnızca kendilerine karşı dava açılmış olmasının ?konuşana göre muamele? anlamına geldiği,

Hukuku yapanların ve uygulayanların her özgürlük talebini rejimi yıkma teşebbüsü ve laikliğe karşı tavır olarak algılamasının, şu an sahip olunanın hak edilmediğini gösterdiğini, çünkü şu an sahip olunanın dünün talepleri olduğunu özgürlük mücadelesinin gösterdiği, bu çerçevede yeni anayasa gerekliliğinin uzun yıllardan beri devam ettiği ve çeşitli taslaklar veya önerilerin kamuoyuna sunulmuş olduğu, kendilerinin bunlardan farklı olmayan bir taslağı sunmaları nedeniyle suçlanmalarının haksız olduğu,

Türkiye'nin çağdaşlaşma projesine iktidara geldikleri günden beri büyük bir ivmeyle devam ettikleri, toplumun çok önemli ölçüde değişim ve dönüşüm geçirerek hızla çağdaş ülkeler standardına ulaştığı, ancak bu tarihsel süreçte yoğun suçlamaların yaşandığı, eldeki davanın da bu suçlama geleneğinin bir ürünü olduğu, ülkede yaşanan gelişmelerle birlikte sorunların da bulunduğu, ancak demokratik toplumun geniş bir aile olduğu, her sorunun mahkemede çözülmesi yerine demokratik bir sabırla, hoşgörüyle, saygı ve alçak gönüllülükle çözmenin kalıcı olacağı, toplumun sorun çözme yeteneğinin geliştirilmesinin olaylar karşısında hisle, hamasetle veya husumetle değil, akılla, sağduyuyla çözmenin gerektiği, bunun adının ?demokratik yöntemlerle sorun çözmek? olduğu, aksine hukuk kurumlarının aşınıp güven kaybına uğrayacağı,

Partiye isnat edilen eylemlere ilişkin ikna edici hiçbir delil sunulmadığı, davadaki delillerin önemli bir kısmının dava açılmasına karar verildikten sonra üretildiği, dolayısıyla davanın ?google davası? olduğu, gazete kupürlerinin delil niteliğinin bulunmadığı, ses ve görüntü kayıtlarının bile tek başına delil olarak kullanılamadığı bir hukuk sisteminde, internet gibi yalan ve yanlış haberlerin çok yoğun bir şekilde yer alabildiği sanal bir ortamdan delil üretmeye çalışmanın bir hukuk garabeti olduğu,

Beyan ve haberlerin delil niteliği bulunmadığı, ses ve görüntü kayıtlarının sunulmadığı, yurt içinde ve dışında yayınlanmış gazetelerdeki haberlerin tahrif edilerek sunulduğu, ek delillerle doğrulanmayan haberlerin, tekzip edilen ve aslı olmayan konuşmaların delil olarak kullanıldığı, sayısız haber kaynağının varlığı nedeniyle tekzip edilmeyen ifadelerin doğruluğun karine olarak kabul edildiği, kimi haberlerin bir birleriyle çatıştığı görülmeden aleyhe olan haberin kullanıldığı,

Yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan sözlerin delil olarak kullanılamayacağı, partinin kurulmasından önceki söz ve eylemlerin isnat edilmesinin hukuk güvenliğine aykırı olduğu, parti üyesi olmayan kişilerin eylemleri ile, partinin benimsemediği ve olumsuz tavır gösterdiği eylemlerin de partiye isnat edilemeyeceği,

İddianamede lehte olan delillere yer verilmemiş olmasının Ceza Muhakemesi Yasasına aykırı olduğu, delil üretme gayretiyle masumiyet karinesi ihlal edilerek Anayasanın 38. maddesine aykırı davranıldığı,

Partinin anayasaya aykırı eylemlerin odağı haline gelmediği, çünkü Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiillerin ceza hukuku anlamındaki fiiller olduğu, bu nitelikte olmasa da laikliğe aykırı eylemin mevcut olmadığı, iddianamede belirtilen parti organ ve üyelerinin eylem ve söylemlerinin ise siyasi propaganda ve eleştiri hakkı çerçevesinde kalan eylemler olduğu, eylemlerin yoğunluğunun partinin sahip olduğu üye sayısıyla da ilgili olduğu, dolayısıyla iddianamede belirtilen söz ve faaliyetler hukuka aykırı nitelik taşımadığı gibi, partinin bütünsel yapısı ve üye sayısı dikkate alındığında bunların bir ?yoğunluk? oluşturmasının da söz konusu olmadığı, dolayısıyla bir benimseme tartışmasının yapılamayacağı,

Bu davada partinin yetkili organlarınca alınmış laikliğe aykırı herhangi bir karar olmadığı, sadece AK Parti Genel Başkanının laikliğe aykırı olmayan ?eylemleri?nin, daha doğrusu ?ifadeleri?in kaldığı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları ışığında değerlendirildiğinde, bu davanın ifade ve örgütlenme özgürlüğü ile serbest seçim hakkının ihlali olduğu, eylemlerinin laikliğe aykırı olarak nitelendirilmesinin mümkün olmadığı, demokrasiye uzak ya da yakın bir risk oluşturduğuna dair hiçbir delilin bulunmadığı, aksine partinin tasavvur ettiği ve savunduğu modelin demokratik toplum modeli olduğu, partinin şiddet ile ilişkilendirilemeyeceği, iddia makamının AİHM kararını çarpıttığı, başta parti genel başkanı olmak üzere, tüm organ ve üyeleriyle kurulduğundan beri herkesi kucaklamaya çalışan, farklılıklara saygıyı ve bir arada yaşama hedefini siyasi önceliği haline getiren bir siyasi partinin ?hoşgörüsüzlük?le itham edilmesinin akla, mantığa ve insaf ölçülerine aykırı olduğu, bu ithamın esasen İddia makamı için geçerli olduğu, Türkiye'yi kaosa sürüklemek isteyen odakların tezgâhladığı iğrenç Danıştay saldırısıyla, parti arasında bir ilişki kurmaya yönelik ifadelerinin hafif tabirle, iftira olduğu ve Başsavcılığın bu iftiraya iştirak ettiği, aynı mantıkla, iddianamenin ardından partilerine yönelik saldırılar nedeniyle başsavcılığın da suçlanabileceği, bu düşüncenin zorlama olduğu,

Başsavcının kendi görev ve uzmanlık alanları dışındaki konuları yorumlama çabasını hukuksal gerçeklik ve bilimin gereği olarak sunduğu, tarihi, dini, tıbbi bilgiler ile tamamen siyaset ve uluslararası siyaset konuları hakkında hüküm kurarak bunları iddianameye aktardığı,

Hiçbir partinin devamı olmadıklarının icraatları ve söylemlerinden anlaşılabileceği, dış politikaları ile laiklik arasında bir ilişki kurulamayacağı, uygulamaların devletin dış politikasının bir devamı niteliğinde olduğu,

Yasama faaliyetleri nedeniyle partinin sorumlu tutulamayacağı, çünkü bunun parti işlemi olmaktan çok yargısal yoldan denetlenebilir anayasal organ eylemleri olduğu,

Sonuç olarak haklarında açılan bu davada başsavcılığın özgürlük lehine yorum yapmak bir yana, adeta ?niyet okuyuculuğu? yaparak olmayan şeyleri varmış, olmayacak şeyleri de olacakmış gibi gösterme çabası içine girdiği,

Bu davada partiye yaptırım uygulanmasını gerektirecek haklı hiçbir sebebin bulunmadığı, AK Partinin hukuka aykırı eylemlerin değil, millete hizmetin, insan haklarının, demokrasinin, barış ve kardeşliğin, hoşgörünün ve Türkiye sevdasının odağı olduğu, AK Partinin altı yıllık iktidarı dönemindeki icraatlarının, onun demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin teminatı olduğunu açıkça ortaya koyduğu,

Cevap layihalarında ve eklerinde ortaya konan ve Anayasa Mahkemesi'nce re'sen gözetilecek nedenlerle AK Partinin kapatılması hakkındaki davanın reddine karar verilmesi gerektiği görüşü dile getirilmiştir.

Kapatma İsteminin Değerlendirilmesi

Anayasa'nın 69. maddesinin beşinci fıkrasında, ?Bir siyasi partinin tüzüğü ve programının 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir.?; 68. maddesinin dördüncü fıkrasında da ?Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez? denilmektedir. Bu kapatma nedenleri 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin ilk fıkrasının (a) bendinde aynen benimsenmiştir.

Anayasanın 68. maddesinin birinci fıkrasında, vatandaşların siyasi parti kurma ve usulüne göre partilere girme ve partilerden ayrılma hakkına sahip olduğu belirtildikten sonra ikinci fıkrasında siyasi partilerin, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu vurgulanmıştır.

Anayasanın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyetini demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlamaktadır. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihatlarında Anayasada öngörülen demokrasinin klasik ve çağdaş batı demokrasisi biçiminde anlaşılması gerektiği kabul edilmektedir. Bu nedenle demokrasinin kavramsal ve kurumsal niteliği, Anayasanın tüm somut kurallarının bütünsel yorumu ve bu bütünlüğün demokratik anayasacılık tarihi içinde özgülendiği amaç ve felsefe ışığında yorumlanarak anlaşılması gerekir.

Demokratik bir sistemin işleyişi için gerekli toplumsal ve siyasal koşulları hazırlayan Türkiye Cumhuriyeti, 1946 yılında çok partili sisteme geçmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin demokrasi tercihi tarihsel olarak ?Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur? sözünde ifadesini bulmuştur. Anayasanın 6. maddesine göre, ulus bu egemenliğini Anayasanın öngördüğü organlar eliyle kullanır. Bu yetkilerin demokratik kurucu iktidar olan ulus tarafından kabul edilmiş Anayasaya ve doğrudan demokratik meşruiyete sahip yasa koyucunun iradesine uygun olarak kullanılması, egemenliğin ulusa ait oluşunun zorunlu bir sonucu olup, yetki kullanımını içeriksel olarak meşrulaştırmaktadır. Kurumların demokratik meşruiyeti Meclis ya da Cumhurbaşkanı örneğinde olduğu gibi doğrudan halk tarafından seçilmekle veya doğrudan seçimle oluşturulmuş organların yetkilendirmeleri ve atamalarıyla dolaylı olarak sağlanır. Doğrudan ve dolaylı demokratik meşruiyet zorunluluğu, kamuya açıklık ilkesiyle birlikte yetki kullanımının demokratik yolla denetlenebilirliğini de sağlamaktadır.

Bu nedenle her bir devlet yetkisi kullanımının yukarıdaki ilkeler çerçevesinde demokratik meşruiyete dayanması, devlet yetkisi kullanan veya bu yetkiyi talep eden örgüt ve organların demokratik ilke ve değerleri içselleştirmesi, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olmasının gereğidir.

Egemenliğin ulusa ait oluşu, temel siyasal kararları veren anayasal organların düzenli seçimler yoluyla ulus tarafından belirlenmesini zorunlu kılar. Her bir vatandaşın eşit ve özgür oy hakkına ve siyasi faaliyet özgürlüğüne sahip olması, seçimlerin ulusal iradeyi yansıtmasına olanak sağlar.

Demokrasi, demokratik düzen ile bu düzenin meşruiyet kaynağı olan toplumun beklentileri ve talepleri arasında karşılıklı etkileşimi zorunlu kılar. Demokratik siyasal düzen halkın değer ve adalet tasavvurlarını dikkate alarak, sosyal, ekonomik ve kültürel karşıtlıkları, en azından halkın çoğunluğunun onayını alacak tarzda çözer. Bunun temel koşulu ise, siyasal iradenin özgür bir müzakere ortamında mümkün olan en fazla uzlaşıyı sağlayacak bir toplumsal etkileşimin ürünü olmasıdır. Düşünce özgürlüğü, devletten ve diğer güç odaklarından bağımsız basın ve iletişim kurumları, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri ise bireysel özgürlüklerin yanında demokratik siyasal iradenin ortaya çıkmasının da güvencesidir.

Demokraside azınlığın çoğunluğun kararlarına saygı göstermesi, çoğunluğun da azınlıkların hak ve özgürlüklerini korumayı kabullenmesi zorunludur. Demokratik kararlar, arkasında belirli bir çoğunluğun bulunduğu kararlar olmakla birlikte, modern demokrasilerde karar öncesi süreçte egemen olan ilke çoğulcu katılım ilkesidir. Çoğunluğun karar yetkisinin demokrasi ilkesine uygunluğu, her türlü baskı ve yönlendirmeden bağımsız parlamento çalışmaları, özgür bir kamuoyu, iletişimsel ve kollektif özgürlüklerin etkin ve özgür biçimde kullanılabilmesiyle sağlanır. Bu nedenle demokrasi, Anayasada soyut bir ilkeden çok, siyasal sistemin ana yapısı olarak belirlenmiş, kurumsal yapıları, yetki paylaşımı ve sorumluluk sistemi buna göre düzenlenmiş bulunmaktadır.

Anayasanın 6. maddesi ulusun sahip olduğu egemenliği Anayasanın öngördüğü organlar eliyle kullanacağını belirterek, demokrasi tercihini öne çıkarmıştır. Yasama organı ile Devletin ve yürütme organının başı olan Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan doğruya seçilmesini öngören Anayasa, ulus temsilcilerinin iktidar kullanımının periyodik seçimlerle güncellenmesini zorunlu kılarak, zamanla sınırlı iktidar ilkesini benimsemiştir. Bu şekilde hem temsilcilerin ulusun talep ve beklentilerini dikkate alan bir siyaset yapması, hem de sonraki kuşaklara karşı sorumluluk içinde davranmaları sağlanmış olur.

Temsili parlamenter demokrasinin temel özelliği, parlamentonun toplumdaki siyasal eğilimleri yansıtabilmesi, karar sürecinin kamuya açık özgür müzakerelerde belirlenmesi ve siyasal ve hukuksal hesap verilebilirlik ilkelerinin mevcut olmasıdır.

Temsili parlamenter sistemin etkinliğini ve işlevselliğini siyasi partiler sağlar. Özgür siyasi partilerin olmadığı bir sistemin demokrasi olarak nitelendirilmesi kabul edilemez. Çünkü siyasi partiler olmaksızın, toplumsal talep ve beklentilerin siyasal direktifler biçiminde somutlaşması, ulusal iradenin oluşması, toplumsal barışın sağlanması ve devlet yönetiminin halka dayanması mümkün değildir.

Siyasal iktidarın kaynağı, dolayısıyla egemenliğin sahibi ulus olmakla birlikte, ulusun kendine ait bir yetkiyi doğrudan kullanamaması, temsil ve aracı sorununu gündeme getirmektedir. Bu sorunun çözümü, ancak karmaşık toplumsal beklentileri ve gereksinimleri somutlaştıran, bunları iktidara yönelik genelleştirilmiş eylem programları biçiminde sunan ve halkın çoğunluğu tarafından tercih edilen, temelinde siyasal karar mekanizmalarını yönlendiren aracı organların mevcudiyetine bağlıdır.

Toplumlar çok farklı düşünce ve tercihlerin hüküm sürdüğü, demokrasinin işleyişinde çatışabilir fikirlerin akışının sağlandığı yapılardır. Siyasal düzen ve bunun temel normları, hukuksal kurallar, toplumdaki çatışma ve farklılıkların barışçı yolda düzenlenmesine olanak verdiği sürece meşruiyetini korurlar. Bu meşrulaştırma işlevi toplumsal farklılıkların özgürce yaşanması, talep sahiplerinin özgürce örgütlenerek siyasal iktidara yönelmesi ve iktidar kullanımına katılmasıyla yerine getirilmiş olur. Esasen demokrasi toplumsal barışın ve özgürlüğün güvencesidir. Anayasa ise siyasal düzenin barışçı toplumsal taleplere açılmasını ve zaman içinde doğacak zorunlulukları karşılayacak yöntemleri barındıran temel kurallar bütünüdür. Kimi gerekçelerle farklı düşüncelerin siyasal yaşama yansıtılmasının engellenmesi demokrasiyle ve temsilde adalet ilkesiyle bağdaşmaz, çatışan fikirlerin ürünü siyasi partilerin bu fikirleri tartışmaya açmaktan yoksun bırakılması ve başka yollarla tehlike savma refleksi demokratik siyasetle çelişki oluşturur.

Siyasi partiler bu farklı düşünceleri örgütleyip, siyasi düzene yönlendirerek siyasal iktidar ile kendisine meşruiyet dayanağı sunan toplum arasında aracılık görevi de üstlenirler. Dolayısıyla siyasi partilerin hem sayısal olarak ve hem de program yönünden çoğulculuğunun sağlanması, demokratik meşruiyet için zorunludur. Bu nitelikleriyle siyasi partilerin Anayasanın 2. maddesindeki demokratik devlet ilkesini gerçekleştiren yaşamsal organlar oldukları açıktır. Demokratik siyasetin ancak siyasi partiler yoluyla üretilebildiği günümüz demokrasilerine bu nedenle partiler demokrasisi de denmektedir.

Siyasi partilerin kendilerine göre öne çıkardıkları ülke sorunlarına ilişkin farklı çözüm önerileri getirmeleri, demokratik siyasi yaşamda üstlendikleri işlevin doğal sonucudur. Siyasi partiler devlet erkine yönelik toplumsal talepleri yalnızca dile getiren kurumlar değil, toplumsal direktifleri somutlaştıran, yorumlayan ve devlete yönlendiren yaşamsal kurumlardır. Bu nedenle siyasi partiler, Anayasanın konuya ilişkin kuralları ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ?örgütlenme?, ?düşünce ve ifade? özgürlüğünü düzenleyen 10. ve 11. maddelerinin koruması altındadırlar.

Demokratik rejimin olmazsa olmaz koşulu sayılmaları nedeniyle siyasî partiler Anayasa'da özel olarak düzenlenmiş, 68. maddenin ikinci fıkrasında, siyasî partilerin demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları oldukları; üçüncü fıkrasında da siyasî partilerin önceden izin almadan kurulacakları ve Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürecekleri belirtilmiştir. Böylece, siyasî partilerin diğer tüzelkişilerden farklı olarak kuruluş ve faaliyetlerine ilişkin esaslar anayasal güvenceye kavuşturulmuş, kapatılmalarına yol açabilecek nedenler ise Anayasa'nın 14. maddesindeki temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engelleyen düzenleme de gözetilerek tek tek sayılmış, yasa koyucuya bunların dışında düzenleme yapmaya elverişli bir alan bırakılmamıştır.

Belirtilen düzenlemelerle Anayasakoyucu siyasî partilerin varlıklarını sürdürmelerini esas alıp, kapatılmalarını ise ayrık durumlarla sınırlı tutarak, öncelikle demokratik rejimin, sağlıklı biçimde yaşatılmasını amaçlamış, ancak korunması gereğini de göz ardı etmemiştir.

Anayasanın 90. maddesinin son fıkrası, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel haklara ilişkin uluslararası sözleşmelerin yasa hükmünde olduğu ve yasalarla farklı hükümler içermesi nedeniyle doğacak uyuşmazlıklarda uluslararası sözleşme hükümlerinin esas alınacağını öngörmektedir. Türkiye'nin hukuk düzeni ile çağdaş demokrasilere egemen ilke ve uygulamalar arasında koşutluğun sağlanmasını amaçlayan bu kural, kurucu üyesi ya da üyesi bulunduğumuz uluslararası kuruluşlarca oluşturulmuş özgürlük standartlarının dikkate alınmasını gerekli kılmaktadır. Anayasanın somut kuralları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin içtihatları ile Avrupa ortak standardını somutlaştıran Venedik Kriterleri birlikte, bir yandan Anayasanın öngördüğü klasik demokrasi anlayışının gereği olarak siyasal özgürlüklerin güvence altına alınması sağlanırken, diğer yandan son çare olarak düşünülen siyasi parti kapatma yaptırımı uygulanmasının demokratik düzenin korunması ve güçlenmesi amaçlanmıştır.

Bu çerçevede bir siyasi partinin tüzüğü ve programı ile eylemlerinin Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında korunan ilkelere aykırılığı değerlendirilirken, Anayasa'nın siyasi partilere verdiği özel önemi vurgulayan diğer kurallarının da göz önünde bulundurulması gerekir. Bu nedenle, Anayasanın 69. maddesi uyarınca tüzük ve programlarındaki söylemleri ya da eylemlerinin, ancak Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında korunan ilkelere temel esasları itibariyle aykırı olması, bu ilkeleri ortadan kaldırmayı amaçlaması ve bu nitelikleriyle demokratik yaşam için doğrudan açık ve yakın tehlike oluşturması durumunda siyasi partilerin kapatılmasına elverişli ağırlıkta olduğu kabul edilebilir.

Demokratik rejimin tüm kurum ve kurallarıyla özümsendiği ülkelerde demokratik ilkelere aykırı bir amaç taşımadığı ve şiddeti teşvik edip araç olarak kullanmadığı veya demokrasiyi ve demokraside tanınan hak ve özgürlükleri yok etmeyi amaçlayan bir siyasi partiye dönüşmediği sürece siyasi partilerin kapatılmasına olur verilmediği gözetildiğinde, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma hedefini esas alan Anayasamızın da siyasi partilerin salt düşünce açıklamaları ile siyasi faaliyet özgürlüğünün doğası gereği toplumsal talepleri barışçı yollarla ve hukuksal düzenlemelerle karşılama çabaları nedeniyle partilerin kapatılmasının zorunlu görülmesi Anayasayla bağdaşmaz. Zira özgürlükçü demokratik bir siyasal düzen öngören Anayasamız, olası hukuksal düzenleme ve idari işlemlerin yargısal denetiminin koşullarını ve kurumlarını yaratmak suretiyle, hukuksal yollardan kaynaklanabilecek tehditleri engellemiştir.

Anayasanın 2. maddesinde öngörülen laik Cumhuriyet ilkesi, egemenliğin ulusa ait olduğu, ulusal irade dışında herhangi bir dogmanın siyasal düzene yön vermesi olanağının bulunmadığı, hukuk kurallarının dinsel buyruklar yerine demokratik ulusal talepler esas alınarak aklın ve bilimin öncülüğünde kabul edildiği, çoğunluk ya da azınlık dinine, felsefi inançlara veya dünya görüşlerine mensup olup olmadıklarına bakılmaksızın, din ve vicdan özgürlüğünün ayrımsız ve önkoşulsuz olarak herkese tanındığı ve anayasada öngörülenin ötesinde herhangi bir sınırlamaya tabi tutulmadığı, dinin kötüye kullanılmasının ve sömürülmesinin yasaklandığı, devletin tüm işlem ve eylemlerinde dinler ve inançlar karşısında eşit ve tarafsız davrandığı bir cumhuriyeti öngörmektedir.

Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında ayrıntılı olarak açıklanan ve çağdaş demokrasilerin ortak değeri olan laiklik ilkesi düşünsel temellerini Rönesans, Reformasyon ve aydınlanma döneminden alır. Lâiklik, ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Bireye kişilik ve özgür düşünce olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin geçerli olduğu dine dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler dinsel niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim aracı olmaktan çıkarılır, gerçek, saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden biridir. Laikliğin bu işleviyle toplumsal ve siyasal barışı sağlayan ortak bir değer olduğu açıktır. Bireylerin özgür vicdani tercihlerine dayanan ve sosyal bir kurum olan dinler, siyasal yapıya egemen olmaya başladıkları veya ulusal irade yerine siyasal yapının hukuksal kurallarının meşruiyet temelini oluşturdukları anda toplumsal ve siyasal barışın korunması olanaksızlaşır. Hukuksal düzenlemelerin katılımcı demokratik süreçle ortaya çıkan ulusal irade yerine dinsel buyruklara dayandırılması, birey özgürlüğünü ve bu temelde yükselen demokratik işleyişi olanaksız kılar. Siyasal yapıya egemen dogmalar öncelikle özgürlükleri ortadan kaldırır. Bu nedenle çağdaş demokrasiler, mutlak hakikat iddialarını reddeder, dogmalara karşı akılcılıkla durur, dünyayı dünyanın bilgisiyle açıklayabilecek toplumsal ve düşünsel temelleri yaratır, din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak, dini siyasallaşmaktan ve yönetim aracı olmaktan çıkarır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Refah Partisi kararında da ifade bulduğu gibi, laikliği reddeden düzenlerin demokratik olarak nitelendirilmesi olanaksızdır. Ulusal egemenlik ilkesi laikliğin bir gereği olduğu gibi, demokrasinin temel koşulu da ulusal egemenliğin yine ulusun doğrudan ya da dolaylı katılımıyla kullanılmasıdır. Demokratik katılımın bulunmadığı sistemlerde ulusal egemenlikten söz edilemeyeceğinden, esasen laiklikten de söz edilemez. Laikliğin temel bir değer olarak kabul edilmediği sistemlerde ise, inançlar ve dinler arasında ayrımcılık ve imtiyazlar söz konusu olacağından, ulusun tüm mensuplarının egemenliğin kullanımına eşit biçimde katılımından, buna bağlı olarak demokrasiden söz edilemez. Demokrasi ve laiklik arasındaki bu zorunlu ilişki, Anayasanın her iki ilkeyi de cumhuriyetin değiştirilemez nitelikleri arasında kabul etmesini gerektirmiştir. Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında siyasi partilerin tüzük, program ve eylemlerinin yalnızca laikliğe veya demokrasi ilkesine değil, ?demokratik ve laik cumhuriyet? ilkesine aykırı olamayacağı belirtilerek, her iki kavramın birlikte Türkiye Cumhuriyetinin niteliğini somutlaştırdığı görülmektedir.

Bu nedenle laikliğe aykırı eylemlerde bulunduğu ileri sürülen siyasi partiler hakkında yapılacak değerlendirmelerde her iki kavramın azami geçerlilik kazanacağı bir yorumun esas alınması gerekmektedir.

Anayasanın 24. maddesinin son fıkrasına göre ?Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.? Anayasakoyucu ülkenin koşullarını dikkate alarak dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri siyasi çıkar yahut nüfuz sağlamak amacıyla kullanılmasını laiklik ilkesinin korunması bakımından zorunlu görerek yasaklama yolunu seçmiş ve bunları siyasal ifade ve eylem özgürlüğünün kapsamı dışında bırakmıştır. Laiklik ilkesinin değerlendirilmesinde bu kuralın göz ardı edilmesi olanaksızdır.

Dinin sosyal bir kurum olması nedeniyle toplumda dinsel özgürlük taleplerinin ya da gereksinimlerin ortaya çıkması, siyasi partilerin bu sorunlara ilişkin politika belirlemesini gerektirebilir. Ancak Anayasanın 24. maddesindeki açık hüküm gereği, siyasi partilerin bu taleplere yönelik politika üretirken, dini ve dince kutsal sayılan değerleri ve dinsel duyguları siyasal mücadele aracı haline getirerek toplumda dinsel talep ekseninde ayrışmalara yol açması laiklik ilkesiyle bağdaşmaz. Toplumsal sorunların ve ülkenin aşması gereken birçok engelin yoğunluğu ve karmaşıklığı dikkate alındığında, dinselliğin sırf siyasal mücadelede üstünlük sağlaması nedeniyle siyasal alanda gerektiğinden daha fazla yer alması, toplum ile toplumsallık ekseninde yürütülmesi gereken siyaset arasındaki sağlıklı temsil ilişkisini zedeleyebilir. Bu ilişkinin zedelenmesi siyaset ile toplum arasında yabancılaşmaya ve siyasal düzenin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açabilir. Bu sakınca, söz konusu eylemlerin devlet iktidarını kullanan bir parti tarafından işlenmesi durumunda daha da artar.

Anayasa tarafından demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez unsuru olarak tanımlanan partiler bakımından dinin siyasete alet edilmesinin siyasi partilerin demokratik işleviyle de uyumlu olduğu kabul edilemez.

Davalı partinin Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen ?demokratik ve laik cumhuriyet? ilkesine aykırı bazı eylemleri belirlenmiştir. Üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağı, Kuran Kurslarına yönelik yaş kısıtlaması ve İmam Hatip Liselerine uygulanan katsayı sınırlamasının kaldırılmasına yönelik toplumsal taleplerin bulunduğu görülmektedir. Ancak davalı partinin bu doğrultudaki siyasal mücadelesini laiklik ilkesinin Anayasanın somut kurallarında ortaya çıkan tercihe uygun biçimde yürüttüğü savunulamaz. Bu sorunlar toplumda ayrışma ve gerginliklere yol açacak düzeyde siyasetin temel sorunu haline dönüştürülmüş, toplumun dinsel konulardaki duyarlılıkları yalın siyasal çıkar amacıyla araçsallaştırılmış, toplumun temel ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarının siyasetin gündeminde yer alması güçleşmiştir. Davalı parti kurulduktan hemen sonra girdiği ilk genel seçimlerde tek başına iktidar olarak ülkeyi yönetme yetki ve sorumluluğunu üstlenmiş bulunmaktadır. Bu sorumluluğun yalnızca kendi siyasal tabanına karşı değil, tüm ülkeyi kapsayan, kamu yararı amacıyla ve devlet iktidarı kullanımı için geçerli tüm anayasal ilkelere uygun olarak yerine getirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.

Dinin ve dinsel duyguların istismarı nedeniyle laikliğe aykırı görülen davalı parti eylemlerinin toplumu devlete ve siyasete yabancılaştırması yoluyla demokratik işleyişi engelleyebileceği ve anayasal düzenin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açabileceği inkâr edilemez.

Organ sıfatıyla davalı Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN ile üyelerden 22. Yasama dönemi Meclis başkanı Bülent ARINÇ, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK, Milletvekilleri İrfan GÜNDÜZ, Abdullah ÇALIŞKAN, Resul TOSUN, Selami UZUN, Hasan KARA ve üye Hasan Cüneyt ZAPSU'nun; yerel yöneticilerden Dinar İlçesi Belediye Başkanı Mustafa TARLACI ve Isparta Belediye Başkanı Hasan BALAMAN'ın eylemleri, Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin kararlılıkla ve parti üyeleri tarafından yoğun bir biçimde işlendiğini göstermektedir. Anayasa Mahkemesinin E. 2008/16, K. 2008/116 sayılı kararıyla iptal edilen 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un teklif edilmesi ve yasalaşmasının sağlanmasıyla davalı partinin bu eylemleri benimsediği anlaşıldığından odaklaşmanın kabulü gerekir.

Haşim KILIÇ davalı partinin demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği görüşüne katılmamıştır.

Demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin yaptırımı

Yukarıdaki ölçütler ışığında davalı partinin laik düzeni ortadan kaldırma, laikliğin temel esaslarını zedeleme ve buna bağlı olarak demokratik düzeni ortadan kaldırma amacını taşıyıp taşımadığını saptayabilmek için, aleyhteki delillerin yanında, lehteki olguların da değerlendirilmesi, hukuk devletine uygun bir yargılamanın temel koşuludur.

Davalı siyasi parti, gerekli bildirim ve belgeleri 14.08.2001 tarihinde İçişleri Bakanlığı'na vererek 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 8. maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır. Tüzel kişilik kazanmasından bir yıl sonra 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan Milletvekili Genel Seçimlerinde %34,28 oranında ve 22 Temmuz 2007 seçimlerinde ise %46,57 oy alarak Meclis çoğunluğunu elde etmiş ve tek başına iktidar olmuştur. 3 Kasım 2002 tarihinden beri programını ve amacını gerçekleştirebilecek parlamento çoğunluğuna, devletin ulusal ve uluslararası politikasını belirleme gücüne ve iktidar olanaklarına sahiptir.

Davalı partinin tüzük ve programında laikliğe aykırı bir sistem arayışı saptanamamıştır. Bununla birlikte davalı siyasi partinin programında ilan ettiğinden farklı amaç ve eğilimleri gizleyebilmesi mümkündür. Söz konusu partinin bu tür eğilimler taşıyıp taşımadığını tespit etmek için, programının içeriği, parti organlarının eylemleri ve savundukları görüşlerle karşılaştırılmalıdır. Partinin bu eylem ve görüşleri bir bütün olarak, yukarıda belirtilen çerçevede anayasal düzeni tahrip etme amaç ve eğilimlerini somutlaştırdığı takdirde, o partinin kapatılması söz konusu olabilir.

İddia makamı tarafından davalı partiye isnat edilen ve Anayasa Mahkemesince kanıt niteliğinde bulunduğu saptanan eylemlerin ağırlıklı çoğunluğu 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce 22. Yasama döneminde gerçekleşmiştir. Bu eylemlerle birlikte, iktidarda olan davalı partinin iç ve dış politikaya, yasama ve yürütme erkinin kullanımına ilişkin tüm icraatları kamuoyunun bilgisi dâhilindedir. Davalı parti üçte iki oranında yenilenerek 23. Yasama döneminde TBMM'de yerini almıştır. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde davalı parti seçmenlerin yarıya yakınının oyunu aldığına göre, halkın isnat edilen eylemler ile partinin bütün icraatlarını birlikte değerlendirerek davalı partiye onay verdiği görülmekte; buna dayalı olarak demokratik ulusal iradenin yasama ve yürütme görev ve sorumluluğunun davalı parti tarafından yürütülmesi yönünde somutlaştığı anlaşılmaktadır.

Yukarıda saptanan ayrık haller dışında; davalı partinin iktidarı döneminde 1963 Ankara Antlaşması'yla birlikte Türkiye'nin temel dış politikası haline gelen Avrupa Birliği'ne giriş çabası sürdürülmüş, adaylık statüsünün elde edildiği 1999 yılından başlatılan hukuksal ve siyasal reformlara hız verilmiş, gerek Anayasa'da gerekse yasalarda esaslı değişiklikler yapılmıştır. Bu çerçevede Anayasanın 10., 30., 38., 90. ve 101. maddelerinde yapılan değişikliklerle savaş zamanlarında dahi ölüm cezalarını olanaklı kılan kurallar Anayasadan çıkarılmış, uluslararası insan hakları sözleşmelerine yasaların uygulanmasında öncelik tanınarak ulusal uygulamaların uluslararası insan hakları standartlarına uygunluğu sağlanmış, basımevi ve basın araçlarının hiçbir şekilde suç aleti olduğu gerekçesiyle zapt ve müsadere edilemeyeceği ve işletilmekten alıkonamayacağı esası benimsenmiş, kadın-erkek eşitliğinde ileri bir aşama olan pozitif ayrımcılık temel bir anayasal ilke olarak kabul edilmiştir. Cumhurbaşkanının doğrudan doğruya halk tarafından seçilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının yargılamanın yenilenmesi nedeni sayılması, Uluslararası Ceza Divanın yargılama yetkisinin kabul edilmesi, 1966 tarihli Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Kültürel, Ekonomik ve Sosyal Haklar Sözleşmeleri başta olmak üzere birçok uluslararası temel hak ve özgürlük belgesinin iç hukuka aktarılması, gayrimüslim azınlıkların statülerinde iyileştirme sağlayan yasaların kabul edilmesi, daha az temel hak sınırlaması içeren dernekler yasasının kabul edilmesi gibi, ülkenin daha demokratik ve özgürlükçü bir yapıya kavuşturulması çabaları, özellikle ataerkil ve geleneksel toplumsal yapıyı modern bir dönüşüme açma fırsatı sunan kadın-erkek eşitliğinin Anayasaya aktarılması, Avrupa Birliğiyle müzakerelerin başlatılması, uluslararası sorunların barışçı yolla çözümüne aktif katkısı dikkate alındığında, davalı partinin sahip olduğu iktidar gücünü ülkenin çağdaş batı demokrasiler standardına kavuşması yönünde kullandığı açıktır.

Üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılması amacını taşıyan ve TBMM'de temsil edilen kimi partilere mensup milletvekillerin teklif ve Genel Kurulda oylanması sırasındaki desteğiyle kabul edilen 5735 sayılı Anayasa Değişikliği Hakkında Kanun'un laiklik ilkesine aykırılık nedeniyle iptal edilmesinin ardından davalı parti seçmen kitlesini eyleme ve şiddet hareketlerine teşvik etme gibi, üstlendiği iktidar gücünü bu yönde kullandığına ilişkin delile de rastlanılamamıştır.

Bu açıklamalar ışığında davalı partinin demokrasiyi ve laik devlet düzenini ortadan kaldırma veya anayasal düzenin temel esaslarını şiddet kullanarak ve hoşgörüsüzlükle tahrip etme amacı, bu amacı somutlaştıran eylemleri ve elindeki iktidar olanaklarını şiddet doğrultusunda kullandığına ilişkin veriler saptanamamış, bu eylemler kapatmayı gerektirecek ağırlıkta görülmemiştir.

Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırılığı saptanan eylemlerin toplumsal tahammülün ötesine taşan sarsıcı tepkiler yaratma gücünde olması, ulus devletin yaşamsal sorunlarında çoğunluğa hâkim olabilecek aşırı endişe, kaygı ve belirsizlik yaratması, sınıfsal veya ideolojik tercihlerin öncelik kazandığı bir kamu hizmeti anlayışını somutlaştırması, toplumda anayasal güvencesizlik yaratması, toplum ve bireylerin kamu hizmeti veya özgürlük talepleri karşısında kaygı verici bir öncelik kazanması, eylemlerin şiddet veya şiddet çağrısı içermese de, tahrik, dayatma ve demokratik teamüllerle bağdaşmaz nitelikte olup olmaması, demokratik toplum düzeninin yaşamsal unsuru ve siyasi partilerin varlık, faaliyet alanını oluşturan düşünceyi açıklama, yayma ve iletme özgürlüğünün anayasal çerçevesi içinde kalıp kalmadığı ve nihayet odaklaşmaya yol açan eylemlerin davalı partinin bütününü ve temel politikasını belirleyecek ağırlıkta olup olmamasının yaptırımın türünü belirleyeceği açıktır.

Evrensel değerlerle bağdaşmayan, toplumsal barışın temel kaidelerini zedeleyecek bir tehlike ortaya koymayan, hukuk devletine olan inancı ortadan kaldırmaya yönelik ve sosyal ve siyasal karışıklıkları amaçladığı yönünde bir belirlilik de göstermeyen, şiddet çağrısından uzak olduğu değerlendirilen bu eylemler, davalı partinin çağdaşlaşma ve demokratikleşme yönündeki icraatlarıyla birlikte değerlendirildiğinde demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırılığı saptanan söz konusu eylemlerin ağırlığı yönünden davalı partinin Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ile 2820 sayılı Yasanın 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca son yıllık devlet yardımının yarısından yoksun bırakılması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

Açıklanan nedenlerle Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasa'nın 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca davalı partinin almakta olduğu yıllık devlet yardımından bu kararın Resmi Gazetede yayımlandığı yıla tekabül eden miktarının yarısı oranında yoksun bırakılması, yardımın tamamı ödenmişse aynı miktarın hazineye iadesine karar verilmesi gerekir.

Haşim KILIÇ davanın reddi, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Şevket APALAK ve Ayla Zehra PERKTAŞ davalı partinin kapatılması gerektiği düşüncesiyle bu görüşe katılmamışlardır.

VII- SONUÇ

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin temelli kapatılmasına karar verilmesi istemini içeren 14.3.2008 günlü, SP. Hz. 2008/01 sayılı İddianamesi ve ekleri, konuya ilişkin rapor, ilgili Anayasa ve yasa kuralları okundu, gereği görüşülüp düşünüldü:

A- Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kapatılma davasında yapılan oylamada, Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasındaki demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi nedeniyle Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Şevket APALAK ve Zehra Ayla PERKTAŞ'ın ?Parti'nin kapatılması?; Sacit ADALI, Ahmet AKYALÇIN, Serdar ÖZGÜLDÜR ve Serruh KALELİ'nin ?Parti'nin kapatılması yerine Devlet yardımından yarı oranında yoksun bırakılması?; Haşim KILIÇ'ın ise ?davanın reddi? gerektiği yolundaki oyu sonucunda, Anayasa'nın 149. maddesinin birinci fıkrasında siyasi partilerin kapatılması için öngörülen nitelikli çoğunluğun sağlanamaması nedeniyle, 2949 sayılı Yasanın 33. maddesinin göndermesiyle 5271 sayılı Yasanın 229. maddesinin üçüncü fıkrası gereğince, en aleyhe olan oyların kendisine daha yakın olan oylara katılmasıyla, Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ve 22.4.1983 günlü, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 2008 yılında aldığı (son yıllık) DEVLET YARDIMI MİKTARININ YARISINDAN YOKSUN BIRAKILMASINA,

B- Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmesine,

30.7.2008 gününde karar verildi.

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber