Sağlık çalışanları iş bırakma eylemleriyle hükümetin ve vatandaşın dikkatini sağlık alanındaki sorunlara çekmeye çalışıyor.
NTV'den Defne Sarısoy'un haberi
Sağlık çalışanlarının aldığı düşük ücretler bir yana, yeni sağlık sistemi halkın bu hizmetlerden ücretsiz yararlanma imkanını da giderek kısıtlıyor. Serbest piyasa ekonomisinin sağlık alanına yansımalarını ve yarattığı sorunları İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy'la konuştuk.
Defne Sarısoy: Sağlık çalışanları özlük haklarının iyileştirilmesi talebiyle
3 kez iş bırakma eylemine gitti. Öncelikle hangi hakların iyileştirilmesi gerekiyor?
Sağlık çalışanları ne gibi taleplerle bu tür eylemlere gidiyor?
Gençay Gürsoy: Eylemlerimiz sadece özlük haklarıyla sınırlı değil. Taleplerimizin
bir bölümünü Türkiye'deki sağlık sistemiyle ilgili taleplerimiz oluşturuyor.
Türkiye'de 1980'li yıllardan itibaren sağlık alanında radikal girişimler, değişim
projeleri hayata geçirilmeye çalışıldı. Türkiye'nin o zamana kadarki sağlık
sistemi, 1960'lı yıllarda halk sağlığı hocası Prof. Nusret Fişek'ın öncülüğünde
geliştirilmiş bir sistem.
Bu kamu ağırlıklı, ilk aşamada sağlık hizmetlerine ağırlık veren eşitlikçi,
mümkün olduğu kadar gelir dağılımına bağımlı olmayan bir hizmetin yeterli biçimde
dağıtılmasını hedefleyen sağlık sistemi idi. Bu sistem 80'lere doğru terkedilmeye
başlandı ve 1980'den itibaren de ağırlıklı olarak Dünya Bankasının, IMF çevrelerinin
Türkiye benzeri ülkelere önerdiği piyasa ekonomisinin, sağlık alanına da egemen
olmasını öngören değişiklikler tasarlanmaya başlandı. Bu projelerden hiçbiri
bugüne kadar tam olarak gerçekleşemedi. Ancak AKP iktidarıyla birlikte, bu yönde
daha somut adımlar atılmaya başlandı. Gidiş istikameti, sağlık ve eğitimin bütünüyle
piyasa ekonomisine terk edilmesi.
Türkiye gibi olanakları sınırlı bir ekonomide, radikal değişiklikleri son derece
dikkatli yapmak lazım. Her radikal değişikliğin ön koşulu, bu değişiklikleri
sistemi yürüten insanlarla, kuruluşlarla, sivil toplum örgütleriyle ve kamuoyuyla
tartışmaktır. Ne yazık ki bu iktidar döneminde birbiri arkasına tartışılmadan,
istişare edilmeden yasalar, yönetmelikler çıkarıldı. Bunun üzerine geçtiğimiz
kasım ayında, ilk eylemler başladı.
Defne Sarısoy: Sağlık çalışanlarının ücretler konusunda da haklı talepleri var.
Gençay Gürsoy: Tabii. Bugün hekimlik eğitiminin süresini dikkate aldığımız zaman,
6 yıllık birinci basamak eğitim, sonra 4 ila 6 yıllık uzmanlık eğitimi var ve
tüm hayatınız boyunca devam ettirmeniz gereken sürekli aktif bir eğitim gerekliliği
söz konusu. Hiçbir bilgi tıp bilgisi kadar hızlı eskimiyor. Bizler tıp bilgisine
4 yıllık bir ömür biçeriz, 4 yıl içinde yenilenmez ise eskir. Gelişmeleri takip
etmek, yüksek enerji ve maddi güç istiyor. Tıp kitapları dünyada en pahalı kitaplardır,
bir hekimin çok özel bir kazancı yoksa yabancı yayınları tek başına karşılaması
mümkün değildir. Uluslararası kongrelere gitmek hemen hemen hiç mümkün değildir.
Bunları yapmadığınız takdirde, bilginiz 3-4 yıl sonra eskir ve “kötü” hekim
olursunuz.
Kötü hekim olmak da hekim olmamaktan daha kötü bir şeydir. Bunu rakamlar da
doğruluyor. ABD'de yapılan istatistiklere göre, yaşlı ölümlerinin yüzde 20-25'i
hekimlerin yanlış ilaç seçiminin neden olduğu ölümlerdir. Kamu ya da özel, hekimleri
çalıştıran kurumların, hekimlerin bilgilerini güncellemeleri için birtakım olanaklar
açması lazım.
İşin acı tarafı, Türkiye'de buna izin dahi verilmez. Yurt dışındaki kongrelere
ancak bütün olanakları doktor kendi karşılar, bir yerlerden maddi destek bulursa,
gidebilir. Ancak bir kongreye katılabilirsiniz, onun dışında kongrelere gittiğiniz
zaman yıllık izninizden kesilir. Hekimler bilgilerini güncelleme konusunda kendi
başlarına bırakılmışlardır.
Defne Sarısoy: Ücret bağlamında dünya standartlarının neresindeyiz?
Gençay Gürsoy: Örneğin, Yunanistan'ın 7'de 1'i, İsviçre'nin 70'te 1'i diyebilirsiniz.
Hekimlik özveri mesleğidir, bir hekimin duygusal ve düşünsel enerjisini bütünüyle
mesleğine ayırabilmesi gerekiyor. Bizim yaptığımız iş dışarıdan görüldüğü kadar
manevi zevkle insanı ayakta tutamıyor. Bir fedakarlık ve o fedakarlığın yarattığı
ciddi bir yıpranma da söz konusu.
Defne Sarısoy: Taleplerinizi biraz daha detaylandırmak gerekirse; her vatandaşın
ücretsiz, eşit, ulaşılabilir sağlık hakkını kullanabilmesi için mevcut sistemde
ne gibi değişiklikler gerekiyor, neler yapılması gerekiyor?
Gençay Gürsoy: Şimdi bir kere sistem tercihinizi baştan buna göre yapmanız lazım.
Yani ‘eşitlikçi' sistem.
Bunun somut karşılığı ise; kamu ağırlıklı ve vergi yoluyla finanse edilen bir
sağlık sisteminin tercih edilmesi demek. Şimdi bunları dile getirdiğiniz zaman,
post-modern ekonomistlerin, bize biraz gülümseyerek baktıklarını biliyorum.
Yeni anlayışa göre, piyasa ekonomisi hayatı her yönüyle denetlemesi gereken
bir sistem olarak telakki ediliyor. Bu belki başka alanlarda doğru olabilir,
ama sağlık ve eğitim alanında sosyal devletin kaçınılmaz koşulları var. Bu iki
alanda sosyal devletin kamu ağırlıklı, eşitlikçi hizmet anlayışını sürdürmesi
lazım. Bu piyasa ekonomisiyle de çelişmez.
Defne Sarısoy: Aksi halde parası olan o hizmeti alacak, olmayan ise alamayacak.
Gençay Gürsoy: Kesinlikle. Türkiye'nin ne yazık ki gittiği nokta da bu. Hükümetin
önerdiği yeni sağlık sistemi, iki önemli değişiklik getiriyor. Bir; sağlık hizmetinin
birinci aşaması olarak ocak hekimliği yerine ‘aile hekimi' kurumunu getirmeye
çalışıyorlar. Aile hekimliği, tarifi henüz çok iyi yapılmamış, sınırları çok
iyi belli olmayan, Türkiye'de ayrıca henüz bu alanda yetişmiş elemanın çok sınırlı
olduğu bir hekim tipi. Sağlık ocağındaki birinci basamak sağlık hizmetlerini
aile hekimlerine yaptırmaya çalışıyorlar. Aile hekimliği ile küçük bir işletme
tarif ediyorlar. Doktorun kendi kirasını kendi ödeyeceği, yanında çalıştırdığı
yardımcı sağlık personelinin maaşını kendi ödeyeceği, takip ettiği hasta sayısına
göre devletten ya da sigorta şirketlerinden gelir elde eden, küçük bir ‘muayenehane-işletme'
modeli çiziyorlar.
Her bir aile hekimi yönetmeliğe ve yasaya göre, Türkiye koşullarında 3 bin kadar
hastayı izleme hakkına sahip. Bu hasta sayısı ne kadar yüksek olursa, alacağı
ücret de o kadar yüksek olur. Bu bir işletme zihniyetidir. Hasta “müşteri” olarak
kabul ediliyor, muayenehane bir çeşit “işyeri” oluyor. Bu terimler, sağlık hizmetiyle
bağdaşan kavramlar değil.
İkinci uygulamaya çalıştıkları değişiklik de; genel sağlık sigortası. Tabii,
belli ülke koşulları eğer uygunsa, sağlığa yılda kişi başına ödenek bin 500
doların üzerine çıkabiliyorsa ki Avrupa standartları böyledir, en düşük olan
Yunanistan'da dahi 1000 doların üzerindedir, o zaman öngörülen sigorta sistemini
uygulayabilirsiniz.
Defne Sarısoy: Bu rakam Türkiye'de ne düzeyde?
Gençay Gürsoy: Tartışmalı ama kriz dönemlerinde 150 dolara kadar iniyor, normal
şartlarda 200 doların biraz üstüne çıkıyor. Bu ekonomik güçle, siz en ekonomik,
en eşitlikçi sistemi uygularsanız, ancak o zaman sağlık hizmetlerini kendi koşullarıyla
“satın” alamayacak kişilere götürebilirsiniz.
Son dönemde kamu sağlık kurumlarını daha çok döner sermayeye dayanan işletmeler
haline getirme eğilimleri ön planda.
Biz sağlık çalışanları olarak, bu değişikliklerin Türkiye'nin koşullarına uygun
düşmediğini düşünüyoruz. Yeni model, tüketimi hızlandıran bir modeldir. Ne kadar
çok hasta bakarsanız, o kadar çok ücret alacaksanız.
Defne Sarısoy: Bazı özel sağlık kuruluşlarında rastlıyoruz bu türden yaklaşımlara.
İşletme biraz daha kazanabilsin diye yapılan pek çok lüzumsuz tetkik olabiliyor.
Gençay Gürsoy: Sağlık hizmeti bilgi dengesi bakımından son derece asimetrik
bir hizmettir. Pazarlığı yapılabilen bir hizmet değildir, sağlık hizmetinin
dünyanın her yerinde eşit “maliyeti” vardır, o da insan hayatı. O nedenle, pazarlık
yapılamadığı için de fiyat belirlenemez. Aslında piyasa ekonomisi ile çelişmesi
burada.
Hasta bana geldiği zaman neye ihtiyacı olduğu konusunda benim dürüst, tartışmasız
ve içten davranmam lazım. Hastanın kendisini bana teslim edebileceği bir güven
ilişkisinin oluşması lazım. Paranın, karın girdiği yerde, bu güven ilişkisi
gölgelenir.Bunun örneklerini de yaşıyoruz. İşte Türkiye'de birbiri arkasına
gerçekleşen Neşter Operasyonları. Bu tür yolsuzlukları besler hale gelebiliriz.
Defne Sarısoy: Bu noktada yeşil kart uygulamasından da bahsedersek; yeşil kart
hakikaten ihtiyacı olanların ücretsiz olarak sağlık hizmetinden yararlanmasını
hedefliyordu. Ama basına sızan pek çok olay oldu, suistimal edilebilir bir sistem
olduğu ortaya çıktı. Sizce yeşil kart başarılı bir uygulama mıydı?
Gençay Gürsoy: Başarılı bir uygulama değildi tabii. Kötüye kullanmaya, suistimale
müsait bir gevşeklik vardı ama açıkçası şunu da görmek lazım: Sağlık sorunlarını
kendi olanaklarıyla karşılamayacak çok geniş bir popülasyon var.
Günlük kazancı 1.5 doları geçmeyen, hayat mücadelesi veren 20-22 milyon civarında
bir halk kesimi var. Bu insanların, sağlık sorunlarını kendi olanakları ile
çözme şansları hiçbir şekilde yok. Yeşil kart bir dereceye kadar da olsa, bu
kişilere belli bir sağlık hizmetini götürmeyi sağlamıştır. O bakımdan, büsbütün
yanlıştır diye kestirip atamayız. Ama her konuda olduğu gibi, yeşil kartta da
ipin ucu kaçmış durumda.
Defne Sarısoy: SSK emeklilerinin sigorta kapsamında devlet hastanelerinde tedavi
görmesi de yeni bir uygulama. Mevcut sistemdeki yükü kaldırmak bakımından başka
neler yapılabilir?
Gençay Gürsoy: Bu sonuç olarak iyi bir gelişme, en azından sistemin işleyişini
sadeleştirmiş oluyor. Fakat bunu böyle bir sağlık reformu diye tanıtmak doğru
değil. Sonuçta, çok yeterli olmayan iki sistemi birleştirdiğiniz zaman, ortaya
ortalama bir sistem çıkıyor. Nitekim ne oldu? Eskiden SSK hastanelerinde çok
fazla birikim olurdu, şimdi devlet hastanelerinde birikim oluyor, kuyruklar
oradan oraya taşındı.
İlaç meselesini hala çözebilmiş değiliz. SSK'lı hastalar kamu kesiminde belki
biraz daha kısa kuyruklarla muayene oluyorlar ama ilacını alma konusunda karşısına
çıkan bürokrasi hala çözülmüş değil. Kolay kolay da çözülemez. İlaç tüketimi
Türkiye'de sağlık harcamalarının ne yazık ki çok büyük bir oranı kapsıyor. İlaca
verilen ücretin sağlık harcamalarına düşen payının yüzde 20-25'i geçmemesi lazım.
Türkiye'de 1990'larda yüzde 40 civarındaydı bu oran. Şimdi yüzde 60 olduğu ifade
ediliyor. Düşünün ki sağlığa ayırdığınız para bu kadar düşükken, bunun da yüzde
60'a yakınını ilaç harcamasına kullanıyorsunuz.
Defne Sarısoy: Türkiye'de ilaç kullanımı neden bu kadar yüksek?
Gençay Gürsoy: İki neden söylenebilir. Birinci olarak, tüm dünya piyasalarında
ilaç fiyatlarında belli yükselmeler var. Sağlık teknolojisi parmakla sayılabilecek
katar az miktarda şirketin tekelinde. Piyasaya hakim şirketler fiyatları belirliyor.
Örneğin, HIV, AIDS ilaçlarıyla ilgili skandallar. Şirketler düşük maliyete karşın
fiyatı düşürmüyorlar. İlaç endüstrisinde patent süresi belli bir zamanla sınırlıdır.
Diyelim 5 yıl bu patenti kullanırsınız, ondan sonra ilaç serbest olur ve diğer
üreticiler de bunu patent ücreti ödemeden üretebilir. Ellerindeki patentleri
korumak için şirketler, aynı ilacı ufak bir modifikasyonla yeniden üreterek,
patent hakkını tekrar kullanmaya çalışırlar. İlaç endüstrisinin yaptığı bir
çok piyasa atraksiyonu var.
İLAÇ ENDÜSTRİSİ REKLAMDA BAŞARILI
Son yıllarda, ilaç endüstrisini kızıştıran, yaşlılıkla ilgili ilaçlar. Bunlar
son 5-10 yılın en popüler ilaçları haline geldi. Yararları konusunda 40 yıllık
hekim olarak ben kesin konuşamam ama bu ilaçlar piyasaya öyle sunuluyor ki,
insanların kafası karışıyor.
Bunlar Türkiye'de normal gelirli bir insanın kendi imkanlarıyla karşılaması
mümkün olmayan pahalılıkta ilaçlar. Antidepresanlar için de durum aynı. Bundan
20 yıl öncesinde, antidepresan kullanımı bugünkünün 10'da 1'i kadar yoktu. Bugün
okul çağındaki çocukların başarısızlıklarının altında depresyon olduğu iddiaları
var ki bunların tümü ilaç endüstrisinin pompaladığı araştırmalar.
Ve sonuçta dünyada, büyük bir antidepresan tüketimi var. Bunlar Türkiye gibi
ülkelere gayet başarılı bir şekilde pazarlanıyor. Hekimler ilaç endüstrisiyle
kurulan ilişkiler aracılığıyla, çeşitli biçimlerde ‘bilimsellik' kılıflarına
giydirilmiş halde sunuyorlar. Dolayısıyla ilaç endüstrisi destekli yeni tip
bir tedavi anlayışı trendi var. Son olarak, Türkiye'de esas koruyucu hekimlik
hizmetlerine yeteri kadar para ayrılmadığı için ilacın sağlık harcamalarına
oranı bu kadar yüksek gözüküyor. Birinci basamak koruyucu hekimliğe ayrılan
para, Türkiye'de kişi başına 1-2 doları geçmez. İlk başta kişi başına 200 dolar
civarında para ayrılıyor demiştik, bunun ancak 2 doları, yüzde 2'si koruyucu
hekimliğe ayrılıyor.
Defne Sarısoy: Yeni sistem sağlık alanına başka ne gibi uygulamalar getiriyor?
Gençay Gürsoy: Yeni sistem henüz tamamı yürürlüğe girmemiş olsa da, kamu yönetimi
temel yasasıyla birlikte memurların, kadrolu elemanların büyük bir çoğunluğunu
sözleşmeli statüye getiriyor. Anadolu'ya gidecek hekimler için de sözleşmeli
statü geçerli hale geliyor. Bu beraberinde sınırlı bir ekonomik olanak getiriyor,
maaşları biraz daha yükseltiyorlar. Ama onun karşılığında iş güvencesini de
bütünüyle ortadan kaldırıyorlar. Her yıl yenilenen sözleşmelerle iş güvenliği
ortadan kaldırılıyor. Bu gelişmeyi Türkiye'deki hekim ve sağlık çalışanları
açısından son derece tehlikeli buluyorum. Potansiyel bir işsizlik daha şimdiden
kapıda yığılmış durumda. Düzen öylesine plansız gidiyor ki, bir taraftan yılda
5 bin hekim mezun oluyor, bir taraftan Sağlık Bakanı “Ben her hekimi istihdam
edecek güce sahip değilim, kadrolarım yeterli değil” diyor.
Defne Sarısoy: Hükümetin bu eylemlerden sonra herhangi bir yapıcı yaklaşımı
olmadı, eyleme katılan sağlık çalışanları hakkında açılan soruşturmalar var.
Bundan sonrası için Türk Tabipler Birliği olarak ya da diğer sağlık kuruluşları
olarak bir eylem planı var mı? Sesinizi duyurmak için, bundan sonra nasıl bir
yol izleyeceksiniz?
Gençay Gürsoy: Bizim talebimiz, bu sorunları yaşayan sağlık çalışanları olarak
hükümetle soğukkanlı bir şekilde oturup, karşılıklı tartışmak ve bir uzlaşma
zemini oluşturmak. Bu talebin ne yazık ki karşılığını henüz alabilmiş değiliz.
Aksine zorlayıcı önlemler ve ceza tehditleriyle bu eylemleri önlemeye çalışıyorlar.
Bunun çıkış yolu olmadığını kendilerinin de çok iyi bilmesi lazım.En nihayetinde
iş bırakma eylemleri durabilir. Türkiye'de 90 bin civarında hekim var, sağlık
çalışanlarını da kattığınız zaman 400 bine ulaşıyor. İşlerin zorla yaptırıldığı
bir psikolojik atmosferi düşünün, bunun sorumluluğunu kimse yüklenemez. Sisteme
dargın bir sağlık yapısı, halkın sağlığını riske atar.
Hükümetin, bizimle bu sorunları tartışacak platformlar oluşturabileceği konusunda
beklentimiz hala sürüyor. Esasen halkımıza da, kendi sorunlarımızı anlatmaya,
aktarmaya çalışıyoruz. Her hekim günde her hasta için iki dakikasını sağlık
sorunlarını anlatmaya ayırmalıdır. Ulaşacağı 3-4 milyon kişi düşünülürse, bu
da bir eylem projesidir. Bizim sonuç olarak eylemlerimiz emekçi eylemleridir
ve bu tür eylemlerin doğası gereği öncelikle demokrasiye muhtaç olduğunu herkes
çok iyi bilmeli. Her koşulda mevcut demokratik düzenin kesintiye uğramadan devam
etmesi bizim en başta gelen endişemizdir.