Dördüncü Daire'nin bu davadaki ( Ömer Dinçer Davası) akıl yürütme tarzı başka bir açıdan da kişi özgürlükleri için tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir nitelik de taşımaktadır. Çünkü bu düşünüş tarzından, mahkemelerin yorumuna göre “hak eden” kişilere herkesin serbestçe saldırıda bulunabileceği sonucu çıkarılabilir.
Meğer Anayasa'ya aykırı olan Yargıtay'ın gerekçesi imiş!
Başbakanlık Müsteşarı'nı eski bir “bilimsel” tebliğinde dile getirdiği görüşlerden
dolayı eleştiren ve bu arada onu “şeyhülislam” diye niteleyen emekli bir generali
tazminata mahkum eden ilk derece mahkemesi kararı Yargıtay'ın Dördüncü Dairesi
tarafından bozuldu.
Bu yazıda, söz konusu bozma kararının gerekçesinin ifade özgürlüğü bakımından
ne anlama geldiği üstünde duracağım. Her şeyden önce, Yargıtay kararının sonuç
olarak doğru olduğunu belirtmek gerekiyor. Çünkü, insan hakları hukukunun verileri
açısından, Başbakanlık Müsteşarı'na yöneltilmiş olan söz konusu eleştirinin
ifade özgürlüğünün kapsamı içinde yer aldığı ve bundan dolayı da herhangi bir
hukukî yaptırımla karşılaşmaması gerektiği açıktır. Başbakanlık Müsteşarlığı
gibi önemli bir mevkii işgal eden bir kamu görevlisinin bu makama ne kadar uygun
olduğunu sorgulamaya ve bu konuda şüphe izhar etmeye her vatandaşın hakkı vardır.
Bu gibi “kamusal” görevleri üstlenenlerin de vatandaşlardan gelecek bu nitelikteki
eleştirilere açık olmaları gerekir. Başka bir anlatımla, Başbakanlık Müsteşarı'na
yöneltilmiş olan eleştiri onu bir kişi olarak rahatsız etmiş olabilir, ama eleştiri
onun herhangi bir vatandaş olmasıyla ilgili olmayıp, kamu hayatında son derece
önemli bir resmî makamı işgal etmesiyle ilgilidir.
Bu kararın gerekçesi çok tartışılacak...
Bu nedenle, Başbakanlık Müsteşarı'na yönelttiği eleştirel sözlerden dolayı
bir vatandaş aleyhine tazminata hükmeden ilk derece mahkemesinin kararı, demokratik
bir toplumda ifade özgürlüğünün kapsamını bu derece dar tutması bakımından hukuka
uygun değildi, dolayısıyla tazminat kararının sonuçta Yargıtay'ca bozulması
isabetli olmuştur. Böyle olmakla beraber, bozma gerekçesi için aynısını söylemek
mümkün görünmüyor. Başka bir ifadeyle, Dördüncü Daire'nin bozma kararı sonuç
olarak doğru olsa da, kanaatimce gerekçesi problemlidir. Bunun nedenini anlamak
için gerekçenin gazetelere de yansıyan ilgili kısmını hatırlayalım. Yargıtay,
Başbakanlık Müsteşarı'nın sözlerinin Anayasa'nın “değiştirilemez ve değiştirilmesi
teklif dahi edilemez” nitelikteki hükümleriyle bağdaşmadığına işaret ettikten
sonra şöyle devam ediyor: “Davalı dava konusu konuşmasında davacının bu fikirlerini
eleştirmiş ve davacının şeyhülislam gibi fetvalar verdiğini ileri sürmüştür.
Davacı, Anayasa ile bağdaşmayan görüşler savunduğuna göre eleştirilere de katlanmak
durumundadır. Davalının davacı ile ilgili olarak söylediği sözler bu açıdan
değerlendirildiğinde; eleştiri kapsamında kalmakta olup, düşünce açıklaması
niteliğindedir.”
Görüldüğü gibi, yüksek mahkeme söz konusu eleştirinin niçin ifade özgürlüğünün
kapsamı içinde kaldığını açıklamak yerine, eleştirilen kişinin bunu adeta hak
ettiğini söylemeye çalışmaktadır. Oysa, bu tür davalarda dava konusu uyuşmazlık,
kendi kişilik haklarına saldırıda bulunulduğu iddiasıyla dava açan kişinin böyle
bir “saldırı”yı hak edip etmediğiyle değil, böyle bir saldırının hukukî anlamda
var olup olmadığıyla ilgilidir. Kısaca sorun, ifade özgürlüğü çerçevesinde,
bir kamu görevlisi için “şeyhülislam gibi fetva veriyor” denip denemeyeceğidir.
Dolayısıyla mahkemenin değerlendirmesinin eleştirilen kişinin görüşleri yerine
bu nokta üzerinde odaklaşması gerekirdi.
Bununla beraber, gazetelerde bozma kararının metni bütünüyle yayımlanmış olmadığı
için, gerekçenin orijinalinde meselenin bu açıdan da incelenmiş olup olmadığını
bilmiyoruz. Ama mesele şu ki, öyle yapılmış olsa bile, iddia edilen “saldırı”nın
hedefi olan kişinin -Başbakanlık Müsteşarı'nın- görüşlerine ilişkin değerlendirmelerin
gerekçenin önemli bir parçasını oluşturmuş olması -o kadar ki, gazetelerin dikkatini
sadece bu nokta çekmiştir- yine de gereksizdir. Hakarete maruz kaldığını iddia
eden kişinin ne tür görüşlere sahip olduğunun veya hangi görüşleri savunduğu
için “saldırı”ya maruz kaldığının bu davayla bir ilgisi yoktur. Savunulan görüşlerin
niteliği ancak, bu görüşleri dolayısıyla o kişiye (Başbakanlık Müsteşarı'na)
karşı bir dava açılmış olması halinde davayla ilgili olabilirdi. Oysa, bu davada
yargılanan o değil, onu eleştiren kişidir.
Üstelik, Dördüncü Daire'nin bu davadaki akıl yürütme tarzı başka bir açıdan
da kişi özgürlükleri için tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir nitelik de taşımaktadır.
Çünkü bu düşünüş tarzından, mahkemelerin yorumuna göre “hak eden” kişilere herkesin
serbestçe saldırıda bulunabileceği sonucu çıkarılabilir. Başka bir ifadeyle,
kamu otoritelerince uygun görülmeyen veya “uygunsuz” addedilen görüşlerin sahiplerinin
bırakınız hukukî korumayı hak etmelerini, aksine onlara saldırıda bulunmaya
adeta meşruluk kazandırılmaktadır. Öte yandan, Yargıtay bozma kararında göze
çarpan en önemli sorun, ifade özgürlüğü hakkından yararlanmanın, dile getirilen
görüşün Anayasa'yla bağdaşması şartına bağlı olduğu gibi bir izlenim doğurmasıdır.
Mahkeme burada, Anayasa'nın “değiştirilemez” hükümlere yer vermesinin, aynı
zamanda, bu hükümlerin eleştirilemeyeceği veya bunlara aykırı görüşler ileri
sürülemeyeceği anlamına geldiğini söyler gibidir. Böyle bir görüşün konunun
uzmanı olmayan kişiler arasında yaygın olması anlaşılabilir bir durum ise de,
bunun hukuk uygulayıcıları -özellikle de yüksek mahkemeler- tarafından da kabul
edilmesi hoş görülemez.
Anayasa'yı çiğneyen Yargıtay!
Şüphe yok ki, demokratik bir hukuk devletinin vatandaşları, barışçı yöntemlerden
ayrılmamak kaydıyla, Anayasa'da ifadesini bulan siyasî tercihleri eleştirebilir,
sorgulayabilir ve elbette bunların değişmesini de isteyebilirler. Nitekim, demokrasileri
başka rejimlerden ayıran karakteristik özelliklerden biri de bu tür tartışmaların
meşru olmasıdır. Esasen, demokratik bir sistemde kamusal tartışmanın özü de
büyük ölçüde budur. Tartışmaya ve değişmeye açık olmasaydı o rejime demokrasi
demek zaten mümkün olmazdı. Bir demokraside anayasaya uygun görüşlere sahip
olma diye bir zorunluluk elbette hiç kimse için yoktur, ama bilim adamları için
bu özellikle ve öncelikle böyledir. Bilim adamları -anayasa ve kanunlar şeklinde-
hukukîleşmiş olsun olmasın, resmî görüşleri dile getirmek veya savunmak zorunda
değildirler. “Bilimsel” bir görüş de elbette eleştirilebilir ve yine “bilimsel
olarak” yanlışlanabilir, ama hukukî veya kaba cebir yoluyla engellenemez. Buradaki
anlamında “bilimsel” görüş, akademik camiada akademik usullere uygun olarak
dile getirilen görüş demektir. Bir görüşün bilimsel olması için onun ne toplumun
çoğunluğu veya kamu otoriteleri tarafından onaylanması ne de hatta “doğru” olması
gerekir. Ama mesele şu ki, bilimsel bir görüşün doğru mu yanlış mı olduğuna
popüler oylamayla veya hukukî yahut siyasî otorite eliyle karar verilemez. Bu
tür “yöntemler”in doğruluğun kriteri sayıldığı yerlerde zaten sahici anlamda
bilimsel faaliyet yok demektir.
Son olarak belirtmek gerekir ki, Anayasa'ya aykırı görüşlere sahip olma ve
bunları ifade etme özgürlüğü “Anayasa'ya sadakat”le de çelişmez. Çünkü Anayasa'ya
sadakat borcunun vatandaşlar bakımından tek normatif sonucu, anayasal düzeni
zorla yıkma girişimlerinin yasak olmasıdır. Yoksa, anayasal düzeni kısmen veya
bütünüyle eleştirmek ve onu değiştirmek için barışçı girişimler başlatmak tabii
ki meşrudur ve demokratik siyasî katılımın bir parçasıdır. Demokratik anayasaların
aynı zamanda nasıl değiştirileceklerini de göstermeleri bunun açık bir kanıtıdır.
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
PROF. DR. Mustafa Erdoğan / Zaman