Klasik devlet tanımı bildiğiniz gibi yasama, yargı, yürütme erkinin birlikteliğinden
kaynaklanıyor; yargı bu üçleme içinde son derece önemli ve çağdaş demokrasilerde
de yargının ve yargıcın rolü her gün biraz daha artmakta.
Çağdaş demokrasilerde yargı ve yargıç bireyselleşmenin, özgürleşmenin yolunu
açan kurumlar; bizde ise gözlemlerimize göre yargının yerine getirdiği işlev
hem piyasa ekonomisi ve rekabet, hem de özgürleşme alanlarında daha ziyade frenleyici,
ekonominin dışa ve rekabete açılamasını engelleyici, bireysel açılımı devlet
lehine sınırlandırıcı bir işlev.
Söz konusu sürecin 1983 sonrası başladığını da söylemek çok yanlış olmasa gerek
diye düşünüyorum; yargının milli menfaat kavramını piyasa ve rekabet kavramlarının
önüne çıkardığı yıllar Özal döneminin özelleştirme sürecinin ucundan ucundan
başladığı yıllar.
Yargımızın ve yargıçlarımızın bu genel eğilimin dışına çıktığı kararlar da
yok değil (mesela Yargıtay'ın geçen yıl ünlü Handyside kararını hukuk sistemimize
aldığı karar).
Oysa, aynı tarihlerde AB ve daha genel olmak üzere OECD ülkelerinde yargının
ve daha da özel olmak üzere yargıçların temel işlevi piyasayı, rekabeti (Avrupa
Toplulukları Adalet Divanı kararlan en iyi örnektir) ve özgürlükleri genişletmek
olmuş; yargının ve yargıçların bu temel yaklaşım farkı da kaçınılmaz olarak
piyasaya, özelleştirmeye, rekabet anlayışımıza, insan haklan standartlarımıza
ve nihai olarak da yaşam standartlarımıza yansıyor.
Hukukun ve yargıcın muhafazakarlığı artık aşılmış bir kavram; hukuk ve yargıç
batıda (ABD buna dahil) toplumun önünü piyasa, rekabet ve özgürlük alanlarında
açan kurum ve kişiler.
ABD Anayasa Mahkemesi'nin kendini hatırlattığı simgesel kararlar ile bizim
Anayasa Mahkememizin simgesi haline gelen kararlar çok farklı; onlarınki bireysel
özgürlükler doğrultusunda, bizimkilerin ise hikmet-i hükümet (raison d'etat)
ve yasaklamalar, parti kapatmalar doğrultusunda.
Hukukun tümü ile siyaset dışı kalmasını beklemek pek olanaklı ve belki de pek
arzulanır bir mesele değil ama bizim yargının siyasallaşması adeta bir siyasal
parti çizgisinde gerçekleşir gibi olduğu için durumun biraz vahamet içerdiğim
söylemek gerekiyor galiba.
Parti kapatmalar, türban kararlan, Telekom'un özelleştirilmesinin çok önemli
bir konjonktürde muğlak bir kamu yararı kavramına dayanarak iptali, yıllardır
üzerinde kasabaların, ilçelerin kurulduğu sözde orman arazilerinin satışım sağlayacak
kararların iptali, tüm özelleştirmelerin karşısına yargının tümü ile siyasal
gerekçeler ile çıkması ülkemizde yargının ve yargıcın piyasa, rekabet ve bireysel
özgürlük kavramlarının karşısına kamu yararı devletçilik ve milli menfaat kavramları
ile çıktığını örnekleri ile gösteriyor.
Ülkemizin yurttaşındaki gayri müslimler için "yabancı"deyiminin kullanıldığı
Yargıtay kararı bu sürecin en tepe noktası.
Dün Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenmesi planlanan toplantının İdari Mahkemesi
kararı ile iptali uzun bir süredir devam edegelen bir sürecin geldiği son aşama;
bir üniversitede üç üniversitenin ortaklaşa düzenlediği bir toplantının idari
bir karar gibi İdare Mahkemesi tarafından iptaline nispeten devletçi hukukçuların
bile şaşması, gelinen noktanın nasıl yorumlanması gerektiğinin bir kanıtı.
Umarım bir üst yargı organı bu çok ilginç kararı bozar da cümle alemi kendimize
güldürmekten bir an önce kurtuluruz diye temenni ediyorum.
Batı demokrasilerinde yargıcın rolü her geçen gün biraz daha artıyor ve yargıçlar
temel hak ve özgürlüklerin esas güvencesi olma sürecini her geçen gün biraz
daha tozlandırıyorlar.
Bizde durumun maalesef biraz ters yönde işliyor olması ilginç bir konu.
Bu durumunu çok çeşiti nedenleri mutlaka var; hukukçuların aldığı eğitimin kalitesi,
yabancı dil bilme oranının çok düşük olması nedeni ile Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi
gibi metinleri bir türülü içselleştiremememiz, yargının eski devlet anlayışına
sadık kalmayı sürdürmesi hep gündemde konular.
Ancak, bu olumsuz sürecin ülkemizin çağdaşlık macerasını olumsuz etkilediği
de bir ayrı gerçek.
Eser KARAKAŞ/Referans