Öğretmenlik sadece eğitim değildir

Kaynak : Memurlar.Net - Özel
Haber Giriş : 25 Kasım 2014 16:58, Son Güncelleme : 27 Mart 2018 00:42
Öğretmenlik sadece eğitim değildir

"Ben Öğretmenim"

Prof. Dr. İbrahim Özdemir

Kurucu Rektör, HKÜ

Mitat Enç, Doğan Çağlar ve "Himmeti İnsanlık Olan" tüm öğretmenlere.

Halk arasında "Gece körlüğü veya tavukkarası" diye bilinen hastalığı duyardım. Ancak böyle bir hastayı hiç görmemiştim. Bu hastalığa yakalananlar veya doğuştan taşıyanlar geceleri veya ışıksız ortamlarda çok az görebiliyormuş. Çok ilerlerse kör olunabiliyormuş...

1992 yılında çok sevdiğim arkadaşımın oğlu Sait'te öyle oldu. Hastalığın ilk safhasında hiç kimsenin ne bu hastalıkla ilgili; ne de Sait'i bekleyen gelecekle ilgili bir bilgisi yoktu. Sait görme duyusunu yavaş yavaş kaybediyordu. Dünyası yavaş yavaş kararırken, ne kendisi, ne de arkadaşları ve ne de ailesi olayın farkındaydı. Bu nedenle sık sık arkadaşları arasında alay konusu oluyordu. Kendisini tutamayanlar ise "Kör müsün?" diye azarlıyordu.

Hastalık ilerledikçe, önce ailesi, sonra kendisi kabullenmek zorunda kaldı. Kabullenmesi hiç de kolay olmamıştı. Artık arkadaşlarıyla oynayamıyordu. Bunu açıkça da söylemek istemiyordu. "Televizyon seyredeceğim. Canım oynamak istemiyor" diye bahanelere sığınıyordu.

Bir süre sonra okulu bıraktı; ilkokul dördüncü sınıftaki arkadaşlarına veda bile etmedi; edemedi. Anne-babası seferber olmuş; hastane hastane, doktor doktor koşturuyorlardı. Ama kısa sürede onlar da gerçeği anlamaya ve kabullenmeye başladı: "Yapacak bir şey yok". Çaresiz annenin saçları bir hafta içerisinde bembeyaz oldu.

Buna rağmen Sait'in babası Internet'i araştırıyor ve bir umut için her yolu deneniyordu. Alternatif Tıp umuduyla Rusya'ya bile ulaşıldı. Maalesef sonuç yoktu. Durumu kabullenip, yeni bir yol bulmamız gerekiyordu. Bizler de Sait için elimizden geleni yapmaya çalışıyorduk.

Çocuğun eğitimine kesinlikle devam etmesi gerektiğinde şüphemiz yoktu.

O zamana kadar duyduğumuz, ama bilmediğimiz, görmezden geldiğimiz Görme Engelliler Okulu hatırımıza geldi. İşte bu konuyu konuşmak ve Sait'i uygun bir okula yerleştirmek için Özel Eğitim ve Rehberlik Genel Müdürünü ziyarete gelmiştim. Düşünceliydim. Arkadaşımın ve ailesinin derdini yüreğimde hissediyor ve onlara birazcıkta olsa yardımcı olmaya çalışıyordum.

Bu halet-i ruhiye ile beklerken içeriye yaşlı bir bey girdi. Selamlaştık. Her zamanki halime inat, suskundum. Canım konuşmak istemiyordu. Hamle yaşlı beyden geldi:

- Nerelisiniz?

- Gaziantep.

- Ne güzel! Neresinden?

- İslahiye!

- Ya öylemi! Hangi köyünden?

Doğrusu canım sıkılmıştı. Şimdi bunları konuşmanın sırası değildi. Daha doğrusu canım konuşmak istemiyordu. Ama bu tatlı ihtiyar konuşmak istiyordu. Konuşmayı kısa kesmek niyetiyle:

"-Bey efendi köyüme kadar sorduğunuza göre merak ettim. Tapucu musunuz, yoksa istihbaratçı mı?

Yaşlı bey gülerek cevap verdi:

"-İkisi de değil. Ben öğretmenim, eğitimciyim. Şimdi ise emekli profesörüm. Ayrıca hemşeriyiz. Ben de Gaziantepliyim. 1927 Burç doğumluyum. Gaziantep'in bütün merkez köylerini bildiğim gibi, İslahiye'nin de bütün köylerini bilirim. Ondan sordum".

"-Peki bunun özel bir nedeni var mı?"

-Var.

Ve başladı anlatmaya. O anlattıkça hem içim açıldı, hem de ilk baştaki tutumumdan dolayı utanmaya başladım. Karşımda sadece tatlı ve yaşlı bir beyefendi değil, aynı zamanda kalbi ve ruhu insan sevgisiyle dolu gerçek bir "öğretmen" vardı. Ben mahcubiyetle önüme bakarken o anlatmaya devam etti. Doğan Hocanın başka yerlerde de anlattığı hikayesi dinlenmeye değerdi doğrusu.

"24 Haziran 1954'te Gazi Eğitim Enstitüsü Özel Eğitim şubesinden mezun olmuş, kura ile İzmir İlköğretim Müfettişliği kurasını çekmiştim. İzmir Buca'da açılacak Kız Yetiştirme Yurdu müdür yardımcılığına atanmış ve göreve başlamıştım. Aralık ayının son haftası rahmetli hocam Mitat Enç Ankara'dan telefon etti: (Mitat Enç ismini il kez hocadan duydum)

"-Doğan, Gaziantep'te bir körler okulu açıyoruz, ama oraya gidecek müdür bulamıyoruz. Hiçbir arkadaşınız burada kurucu olarak görev almak istemiyor. Sen gelir misin?" dedi.

"-Hocam, benim branşım körler değil. Nasıl olur bu iş?" dedim. O bana:

"Seni iki üç ay kursa alır yetiştiririz Ankara Körler Okulu'nda" dedi.

Hocamı kırmak istemedim. Kendim de Gaziantep'li idim. İlim bir okul kazanacaktı. Kabul ettim. Gaziantep Körler Okulu müdürlüğüne atandım. 31 Aralık 1954 günü Gaziantep'te görevime başladım.

Okul Gaziantep'in en merkezi yerinde, daha önce kız enstitüsü olarak hizmet vermiş çok güzel ve sağlam bir bina idi. Mevsim kış, biri üç biri iki yaşında iki oğlum vardı. Ümidimi kırmadan işe başladım. Ama başta öğretmen arkadaşlarım ve sevgili Gaziantep'li hemşehrilerim hep bana:

"Körler nasıl okur? Bu bir lüks değil mi? Ayda iki bin lira bina kirası çok değil mi? Sağlam çocuklarımız kırık dökük binalarda okurken bu durumda bulunan çocuklar için bu kadar para vermek ve okul açmak doğru mu?" diye bazısı açık, bazısı kapalı sorular soruyorlardı".

"Ben ise bir müdür ve bir de mühürden başka bir şeyi olmayan bir okulu kurmak durumunda bırakılmıştım. Üstelik körler okuluna devam edecek öğrencileri de, körü çok olan Gaziantep ve çevre illerden bulmak durumundaydım". (Gaziantep'in körlerinin neden çok olduğunu ise Mitat Enç'in hayatını anlattığı Bitmeyen Gece kitabını okuyunca anladım).

"Çok dürüst ve güvenilir Gaziantep'li esnaflardan alınacak eşyalar ve yaptırılacak demirbaşları sağlamak kolay oldu; ama öğrenci bulmak için elim kolum bağlı idi. İlk olarak, Gaziantep merkezinden az gören bir kız öğrenci geldi. Sonra iki kişi daha eklendi, üç öğrencimiz oldu. Çevre ilçelere, illere, hele köylere ulaşmak çok zordu. Telefonumuz da yoktu. Valimiz çevre illerin valileri ile görüştü. Onlara bir de tamim yollandı. İlçelerdeki kaymakamlarla görüşüldü. Köylere giden jandarmalardan ve karakolu olan köy jandarma karakollarından okul çağında bulunan körlerin tespiti ve okula bildirilmesi istendi. Kaymakamlıkların ve jandarmanın çalışmaları sayesinde kısa zamanda birçok körün adresine sahip olduk. Ama sıra onlara ulaşmak ve onların okula yatılı olarak alınması için gerekli işlemlerin yapılmasına gelmişti. Aileler çocuğunu okula göndermek şöyle dursun göndermemek için direniyorlardı".

"Bu işlemlerin izlenmesi de ne yazık ki okul müdürüne düşmekte idi. Adreslerin saptanmasında büyük hizmetlerini ve yardımlarını esirgemeyen jandarmalara ne kadar teşekkür etsek azdır. İlçelerde kaymakam ve jandarmaların da yardımı ile bu adreslere gidildi. Bazen gönüllü, bazen zorla çocuklarının okula alınması için veliler ikna edildi. İşlemler ilçe yönetim kurullarında büyük bir anlayışla karara bağlandı. Nüfus kaydı olmayanlara -ki hemen hemen hiçbirinin nüfus kaydı yoktu- cüzdanları alınarak, okula yatılı olmak için her türlü işlemler, -hizmetlerini saygıyla yad edeceğim, idare amirleri ve kaymakamlar tarafından büyük bir anlayışla tamamlatıldı. Çoğu Gaziantep ve ilçeleri ile köylerinden gelen kör çocuklarla okulda öğretim etkinlikleri de başlatılabildi. Bu arada çevre illerden de alınan ihbarlar değerlendirilerek öğrenci bulmak ve almak imkanı oluyordu. Bu işlemlerin izlenmesi ve tamamlatılması için müdüre bir kuruş yolluk ve yevmiye vermek mümkün değildi. Bazı masrafları da müdürün kendi parasından yapması gerekiyordu. Ama çevre il ve ilçeleri ile köylere gidiş gelişlerde Gaziantep Milli Eğitim ve Bayındırlık müdürlüklerinin araçlarından yararlanma imkanı veriliyordu."

"Bunların içinde en ilginç olanı ise sizin ilçe İslahiye ile ilgiliydi.

Dün gibi hatırımda.1955 yılı Ekim ayının son günleriydi. İslahiye İlçesi Sakçagözü Nahiyesine bağlı Hisar köyünde, biri kız biri erkek iki kör çocuk olduğu bize bildirildi. (Bu köy şimdi Nurdağı ilçesine bağlı). Hemen gittim. Duvarın dibinde oturan kör çocuklar hala hatırımda. Arkadaşları çeşitli oyunlar oynuyor; onlar ise sessizce dinliyor; kulaklarını dikmiş olup biteni anlamaya çalışıyorlardı.

Ailesi ile görüştüm ve meramımı anlattım, çocukları götürmeye geldiğimi söyledim. Ancak aile bütün ısrarlara rağmen çocuklarını okula yollamak istemiyordu. Daha doğrusu gözleri gören bu kadar okuma-yazma bilmeyen varken, kör çocuklar nasıl okuyacaktı!

Anlaşılan ailelerinin ikna edilmesi gerekiyordu. Okul yeni döneme henüz başlamıştı. Kaybedecek zamanımız da yoktu. Bu çocukların okuldan daha fazla mahrum edilmesi doğru değildi. Jandarma ile anlaşarak bir çıkar yol bulduk. Gaziantep'ten Narlı yolu ile Maraş'a, oradan Kömürler'e (şimdi Nurdağı) gidilecek ve Kömürler'de Jandarma birliğinin de yardımı ve refakati ile Hisar köyüne gidilecekti. Bu planı uyguladık.

Bir sonbahar öğleden sonrasında köye vardık. Bir oda önünde orta yaşlı ve yaşlı köylüler toplanmış, oda önünde, bir gübre kümesi üzerinde güreştirilen bir kör kız ve erkek vardı. Bir de köpek. Köpek, onlar güreş tutarken eteklerinden tutarak kör çocuklarla oynuyordu. Bir jandarma müfrezesi ve iki arabayı görünce her şey durdu.

Köye niçin geldiğimizi Astsubay Jandarma kumandanı kesin ifadelerle anlattı. Sözü bana bıraktı. Ben dilimin döndüğü kadar açıkladım ama köylülerin hiçbiri benim sözlerime inanmıyordu. Onlara göre körler okuyamazlardı.

Kısa bir süre sonra erkek körün, yani okula almak istediğimiz Cafer Barkuş'un annesi feryad-ı figan ederek odanın önüne geldi. Benim ayaklarıma kapanarak:

"Müdür bey, elini ayağını öpeyim. Benim bir tek oğlum var. Siz bunu Antep'e götürecek, yakacak ve külünden ilaç yapacakmışsınız. Kıyma, bize bağışla oğlumuzu. Ben onun için saçlarımı süpürge ederim, bakarım köyümüzde." dedi.

Biraz sonra eşi de geldi. O sessiz ve düşünceli idi. Durumu, olayın gerçek yüzünü ve amacımızı anlattım. Biraz sonra annenin gözyaşları dindi, feryad-ı figanı azaldı.

O sırada, köyde kış için üzümden yapılan şıradan ikramda bulundular. Biz Cafer ile Fatma'yı araba ile alıp Gaziantep'e okula götürmek istiyorduk. Ama baskın yapar gibi çocukları alıp götürmek ana babalarda şok etkisi yapabilirdi. İşi tatlıya bağladık. Cafer ve Fatma'nın ana babaları da çocuklarını bir hafta içinde Gaziantep Körler Okuluna getireceklerdi. Muhtar ve bölgenin Jandarma karakolunun kumandanı Astsubay da bunu takip ederek okula gelmeleri sağlanacaktı.

Bu şekilde anlaşmaya vardıktan sonra biz geldiğimiz yolu izleyerek, Kömürler, Maraş, Narlı yolu ile Gaziantep'e döndük. Gecenin geç vaktinde eve geldiğimiz zaman eşim, çocuklarım ve yakınlarımız evde endişe ile bekliyorlardı. Sağ salim dönmemiz herkesi sevindirdi.

Dört veya beş gün sonra Cafer ve Fatma, ana babaları tarafından Gaziantep Körler okuluna getirildiler. Okulu ziyaret ettiler. Çocuklarının yemekhanesini, yatakhanesini, sınıfını ve nasıl okuma yazma öğreneceklerini küçük bir gösteri ile izledikten sonra huzur içinde sevinç gözyaşları ile okuldan ayrıldılar.

Cafer Barkuş ve Fatma hiçbir sorun çıkarmadan okul yaşamına kısa bir zamanda uyum sağladılar. Okul içinde serbestçe hareket etme becerisini kazandılar. Okulda yatıp kalkmasına izin verilen biri müzik diğeri iş öğreticisi olan iki kör öğreticinin de gece gündüz öğrencilerle özveri ile çalışmaları sayesinde okuma yazmayı ve hesap yapmayı öğrendiler. Kısa zamanda gösterdikleri üstün başarıdan dolayı bir yıl geçmeden ikinci ve üçüncü sınıfa geçtiler. Her ikisi de diğer sınıf arkadaşları ile birlikte ilkokulu Gaziantep Körler Okulu'nda bitirdiler.

Ortaokul için, sınavı kazanarak Ankara Körler Orta Okulu'na gittiler. Ortaokulu bitirdikten sonra Cafer Barkuş sınav vererek Vehbi Koç tarafından verilen bursla İstanbul Robert Koleje girdi ve orayı bitirdi.

Robert Koleji bitirdikten sonra yine sınav vererek Vehbi Koç tarafından sağlanan bir bursla ABD'nin Boston şehrinde bulunan Perkins Körler Enstitüsünde yüksek öğrenimini tamamladı. Körlerin eğitimi konusunda çok başarılı çalışmalarından sonra mezun olduğu Perkins Körler Enstitüsünde işe alındı. Halen, aynı okulda hem kör hem sağırların eğitimi konusunda uzmanlık eğitimi gören bir kızla evlenerek kurumda görevini sürdürmektedir. İş hayatındaki başarıları onun işini aynı kurumda devam ettirmesi ile noktalandı".

Doğan Hoca binlerce öğrenci yetiştirmişti. Ama Cafer'in onun için özel bir anlamı vardı. Cafer, okula başladığı günden itibaren, tüm yaşamı boyunca her işini düzenli yapmaya özel bir özen göstermesi, çevresindekilerle sağlıklı ilişkiler kurup sürdürmesidir. Cafer, kendisini yurt içinde ve dışında başarıları ile kabul ettirmiştir. Bu özellikleri, onun yurt dışında çok elit bir okulda iş bulmasını ve işini devam ettirmesini sağlamıştır. Bunun yanında, onunla birlikte okula aldığımız diğer sınıf ve okul arkadaşlarının birkaç tanesi hariç, hepsine yakını yüksek öğrenim yaparak iş bulma ve emekli olma olanağına kavuştular".

Buraya neden geldiğimi unutmuş, tüm dikkatimle Doğan Hocayı diniliyordum. Dinledikçe de karşımdaki eğitimciye hayran oluyordum..

Cafer Amerika'ya gittikten sonra o zamanki şartların bir sonucu olarak, Doğan Hocanın Cafer'le irtibatı kesilmiş. Ta ki Doğan Çağlar Hoca bir konferans için Boston'a gidene kadar. Konferans bittikten sonra Boston'un meşhur Perkins Körler Enstitüsünü ziyaret etmek istemiş. Tam Türk usulü, doğrudan okula gitmiş. Müdürle görüşmek istediğini söylemiş. Sekreteri de randevusu olup olmadığını sormuş. "Yok" demiş Doğan Hoca ve eklemiş:

"Çok vaktini almayacağım. Sadece bir nezaket ziyareti".

Sekreter Hanım, müdür beyin ertesi gün Londra'da bir toplantıya gideceğini bu nedenle hiç vakti olmadığını üzülerek söylemiş.

Doğan Hoca kalkmış ve tam odadan ayrılacağı sırada müdür odasından çıkmış ve burun-buruna gelmişler. Sekreter hanım "ısrarla sizinle görüşmek isteyen beyefendi" deyince Müdür biraz da mahcup, çok yoğun olduğunu ve sadece üç-beş dakika görüşebileceğini söyleyip, içeri buyur etmiş ve eklemiş:

"-By the way, do you know Kafeer? (Sırası gelmişken, Kafeer'i tanıyor musunuz?) O da Türkiye'den. Bizimle çalışıyor. Kafeer çok başarılı bir arkadaşımız ve çok da iyi bir insan" demiş.

"Tanımıyorum, ama tanışmak isterdim" demiş Doğan Hoca.

Bunun üzerine Müdür sekreterine Kafeer'i bulmalarını söylemiş. Her zamanki yerinde bulmuşlar: Kütüphanede.

Çok geçmeden müdür beyin kapısı çalmış ve içeri biri girmiş.

"Yes, Sir! (Buyurunuz, Efendim)" demiş.

"Bu bey sizinle tanışmak istiyor. Türkiye'den" demiş.

Doğan Hoca ise gördüğü manzara karşısında şaşkın ve ne diyeceğini bilemiyor. Karşısında duran beyefendi öğrencisi Cafer'in ta kendisi. Demek Amerikalılar telaffuz zorluğundan dolayı Cafer diyemediklerinden "Kafeer" diyorlarmış. Temel'in Cola-Kola meselesi yani.

Doğam Hoca kendisini daha fazla tutamamış:

"Cafer," demiş.

Cafer görme engellilere mahsusu bir refleksle tüm dikkatini toplamış ve sesin geldiği yere yönelmiş:

"Hocam!" demiş.

Gerisi malum...

Cafer öğretmeninin ellerine sarılmış ve öpüyor; hocası ise hasretle öğrencisini kucaklıyor. Her ikisi de ağlıyor.

Amerikalı müdür ise dehşet ve hayret içerisinde olup biteni anlamaya çalışıyor. Cafer, sakinleştikten sonra hocasının elinden sımsıkı tutarak müdür beye dönüyor:

"Efendim! İşe siz bahsettiğim o Hoca bu! Bizi biz eden, bizi eğiten öğretmenimiz, babamız ve müdürümüz bu! Size bahsettiğim o efsane öğretmen işte bu!" diyor.

Müdür bey çok mahcup bir şekilde sekreterine şu talimatı vermiş: "Lütfen Londra ziyaretini iptal edin".

Doğan Hoca ısrar etmişse de, müdür kararından vazgeçmemiş:

"İnsanlığa Kafeer gibi birini kazandıran bir insan için, bu toplantıya gitmeye bilirim" demiş.

Doğan Hoca anlatmaya devam ediyor. Ama randevu sırası bana gelmişti. Genel Müdürün beni beklediğini söylediler. Müsaade isteyip Genel Müdürün yanına girdim ve Sait'in durumunu olduğu gibi anlattım. Genel Müdür bu tür olaylara alışkın olmalı ki, durumu normal karşıladı. İyi okullarımız olduğundan bahsetti ve Sait'in kaydı için gereken talimatı verdi. Sait, Tokat Körler Okuluna gidecek ve tahsiline orada devam edecekti.

Binadan ayrılırken, Doğan Hocanın dedikleri ve gülümseyen yüzü hala hatırımdaydı.

Doğan Hoca iyi bir insan olduğu kadar iyi bir eğitimci idi. Bundan çıkardığım ders ise kısa ve özdü: "Biz eğitimcilerin görevi, insanların bize gelmesini beklemek değildir ve olmamalıdır. Gidip muhataplarımızı bulmalı ve ellerinden tutmalı; onları eğitmeliyiz".

Doğan Hocanın dediği gibi "onların bizi görecek gözleri olmayabilir, bize gelecekleri ayakları ve güçleri de olmayabilir. Gidip onları bulmak; onların gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olmak biz eğitimcilerin görevidir".

Şems-i Tebrizi'nin, Mevlana'yı bulmak için diyar diyar dolaşıp onu Konya'da bulduğu hatırıma geldi. Şems'le görüşen ve sohbet eden Mevlana adeta yeniden doğmuş ve dünyayı sevgi temelli bakan bir anlayış geliştirmişti.

Mevlana olmasaydı, bu gün kaçımız Tebrizli Şemsi bilirdik. Ya da Şems olmasaydı Mevlana Mevlana olur muydu?

Hangi taraftan bakarsanız bakın, öğretmenin yerinin apayrı olduğu bir gerçek. Doğan Hoca o Nurdağlarından soğuk rüzgarların estiği o sonbahar günü Cafer bulup götürmeseydi, Cafer'in bugün nerelerde ve nasıl bir durumda olacağını bilmiyoruz. Okuyan ve iyi bir eğitim alan Cafer'in bu gün nerede ve ne yaptığını ise biliyoruz.

Sadece biz değil dünya da biliyor. Dünyanın en prestijli görme engelli okulunda eğitim liderliği programlarının direktörlüğünü yapıyor.

2003 yılında Milli Eğitim Bakanlığında Dış İlişkiler Genel Müdürü olarak atandığında, yaptığım işlerden birisi de hemşerim Cafer'i bulmak oldu. Kendisini Bakanlığa davet ettim. Bizi kırmadı uygun bir zamanda Amerika'dan kalkıp geldi. Bakanla ve ilgili arkadaşlarla tanıştırdım.

Kahvelerimizi içerken kendisini nasıl tanıdığımı ve bulduğumu anlattım. Doğan Hocanın onun hakkında anlattıklarını anlatınca mahcup oldu. "Doğan Hoca biraz abartmış. Herkes gibi işimizi yapmaya çalışıyoruz. Doğan Hoca çok iyi bit insan ve öğretmen. O olmasaydı nerelerde olurduk bilemiyorum. Allah uzun ömürler versin"

Doğan Hoca 2012 yılında 87 yaşında vefat etti. Arasında binlerce öğrenci bıraktı.

Görme engellilerin en büyük hocası olan Mitat Enç Doğan Çağlarla övünürmüş. Doğan Hoca da Cafer gibi yetiştirdiği öğrencileri ile.

Biz ise böyle idealist öğretmenlerimiz olduğu için. Sadece görme engellilere değil, hepimize öğretmenin nasıl olması gerektiğini öğrettikleri için.

Dahası öğretmenlik sadece "öğretmek ve eğitmek" de değildir. Öğretmenlik şefkat, merhamet, gönül ve yürek isteyen bir meslektir.

İnsanlığın en büyük öğretmenlerine baktığımızda Konfüçyüs, Buda, Sokrates, Platon ve günümüze kadar daha binlerce insan. Bunlara Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed gibi peygamberleri de ilave etmeliyiz.

İnsanlığın bu büyük öğretmenleri öğrencileri ve öğretileriyle insanlığı aydınlatmaya devam ediyorlar.

Bunun için öğretmenin hakkı hiçbir zaman aldıkları ücretle ödenemez. Öğretmenlerimizin sosyal haklarını iyileştirirken, onlara karşı olan öğrencilik borumuzu hiç unutmamamız lazım. Hz. Ali'nin "Bana bir harf öğretenin kölesi olurum" sözü yeterlidir.

Ruhlarımızı ve akıllarımızı eğiterek geleceğimizi şekillendiren öğretmenlerimize selam olsun. Öğretmenlerimiz olmasaydı bugün olduğumuz yerlerde olamazdık.

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber