Hatem Ete: Taslağın muhatabı devlet değil Kandil

ETE: HDP heyetinin beyanları üzerinden tartıştığı taslak, hükümet ile Öcalan arasında mutabakata varılan bir taslak değil. Öcalan'ın devletle hangi çerçevede görüşeceğini Kandil'le paylaştığı bir ön taslak. Bu taslağın muhatabı ne kamuoyu ne de devlet. Muhatap, Kandil ve hareketin diğer unsurları.

Kaynak : Star Gazetesi
Haber Giriş : 15 Aralık 2014 07:15, Son Güncelleme : 27 Mart 2018 00:42
Hatem Ete: Taslağın muhatabı devlet değil Kandil

Çözüm süreci ikinci yılını doldururken PKK-HDP siyasi hattında yola nasıl devam edileceğine dair ilk somut taslak ortaya çıktı. Öcalan'ın hazırlayıp HDP heyeti eliyle Kandil'e ulaştırdığı taslak metne Kandil'den de 'olur' geldi. Bundan sonra devlet de kendi yol haritasını masaya koyacak ve taslaklar üzerinde müzakereler başlayacak. PKK'nın nasıl silah bırakıp demokratik siyasete geçeceği konuşulup planlanacak ve bir takvime bağlanacak. Sürecin önemli bir aşamasına gelindiği açık olmasına rağmen öte yandan tam aksi yönde açıklamalar yapılmakta. Bunun anlamı ne? Öcalan'ın taslağında özerklik, af gibi konular var mı yok mu? Devlet PKK ile bunları konuşuyor mu, konuşur mu? Süreç Kobani parantezinden kurtuldu mu? Başbakan Başdanışmanı Hatem Ete ile konuştuk. Daha önce SETA Siyaset Araştırmaları Direktörlüğü yapan Ete, Başbakan Davutoğlu'nun başkanlığında on beş günde bir toplanan Çözüm Süreci Kurulu toplantılarına da katılmakta.

Çözüm Süreci müzakere taslağı HDP heyeti eliyle İmralı'dan Kandil'e gitti, Kandil tamam arkasındayız dedi, ama bir yandan da HDP'den gelen yeni bir sokak çağrısı var, PKK medyasının ve çevrelerinin aksi yönde tutumları var. Ne oluyor, durum ne?

Çözüm süreçlerinde zaman zaman daralmaların gerilimlerin yaşanması normal. Nihayetinde oldukça çetrefilli bir mesele çözülmeye çalışılıyor. Ancak, son günlerdeki gerilim, örgütün ve örgüt paralelinde faaliyetlerini sürdüren unsurların, çözüm sürecinin başlangıcından bu yana yaşanan gelişmelerden negatif yönde etkilenmesinden kaynaklanıyor. Suriye'deki gelişmeler, PYD'nin fiili ve konjonktürel kazanımları, örgütün silaha bakışında bir tereddüt oluşturmuş görünüyor. Örgütün silah bırakma kararlılığında bazı zafiyetler görülüyor. Gerilime yol açan ikinci dinamikse, örgütün, tabanını çözüm sürecinin gerektirdiği siyasal mücadele konseptine hazırlamaması dolayısıyla, asayiş sorunlarının yaşanıyor olması. Örgüt, bir yandan silah bırakma ve siyasal mücadeleye adapte olma görüşmelerine katılıyor, öte yandan da, bu süreçle bağdaşmayacak şekilde, sivil unsurları üzerinden hukuki sınırları zorlayan, siyasal meşruiyetten yoksun eylemleri sürdürüyor. Buna yönelik tedbirleri ise, siyasi polemiğe konu ediyor. Örgüt, bu iki dinamik üzerinde, çözüm sürecinin ruhuna uygun bir karara varırsa, konjonktürel gerilimlerin sürece olumsuz etkide bulunması zorlaşır.

SÜREÇ SİYASİ İSTİKRAR SAYESİNDE AYAKTA

Çözüm süreci başladığından bu yana peş peşe olağanüstü olaylar oldu. Hiç biri süreci akamete uğratamadı ama Türkiye'yi etkiledi. Süreci nasıl etkiledi?

Çözüm sürecinin başlangıcından bu yana gerçekten de çok önemli gelişmeler yaşandı. Gezi eylemleri ve 17-25 Aralık operasyonları, siyasi iktidarı doğrudan hedef alan gelişmelerdi. Ancak, iktidarın siyasi performansı üzerinde oluşturduğu tahribata rağmen, bu gelişmeler hükümetin çözüm süreci kararlılığını sekteye uğratmadı. Gerçekleşen iki seçim de çözüm sürecinde bir zaaf oluşturmadı. Bu süre içinde, Cumhurbaşkanı ve Başbakan da değişti. Bu muazzam siyasi gelişmelere rağmen, devletin çözüm sürecine yüklediği anlamda, verdiği ağırlıkta bir zaafın oluşmamasını büyük bir kazanım ve başarı olarak görmek gerekir. Bu süreçte, gerek geri çekilmelerin durdurulması gerekse 6-8 Ekim olaylarıyla örgütün çözüm sürecini sekteye uğratabilecek faaliyetlerine rağmen, sürecin devam ediyor olması büyük bir başarı.

BU TASLAK KANDİL'E YÖNELİK

Öcalan'ın hazırladığı müzakere süreci taslağı kamuoyuna yansıdı ve yine ikili bir okumaya tabi tutuldu. Bir taraf "bu sadece bir taslak, bir konuşma zemini" derken diğer taraf sanki her şey bitmiş karara bağlanmış gibi sundu. Benim sorum şu: Müzakere taslağı Öcalan'ın tek başına hazırladığı bir taslak mı yoksa kendisiyle görüşen devlet heyetiyle ortaklaşa çalıştığı bir taslak mı?

Kamuoyunun HDP heyetinin beyanları üzerinden tartıştığı taslak, hükümet ile Öcalan arasında mutabakata varılan bir taslak değil. Öcalan'ın devletle hangi çerçevede görüşeceğini Kandil'le paylaştığı bir ön taslak. Bu taslağın muhatabı ne kamuoyu ne de devlet. Muhatap, Kandil ve hareketin diğer unsurları. Öcalan, Kandil'i ve hareketin diğer unsurlarını, düşündüğü görüşme çerçevesi hakkında bilgilendiriyor ve varsa görüşlerini talep ediyor. Öcalan, örgütle HDP dolayımıyla görüşebiliyor. Bu çerçevede, devletle somut başlıklar hakkında konuşmaya başlamadan önce, örgütün onayını almayı gerekli görüyor. Kamuoyunda tartışılan taslağın bağlamı bu. Buradaki yanlış, Öcalan'ın Kandille yürüttüğü müzakereyi, devletle yaptığı müzakere şeklinde tartışıyor olmamız. Bu, Öcalan'ın devletle mutabakata vardığı bir taslak değil, Öcalan'ın görüşmelerdeki pozisyonunu deklare ettiği bir taslak.

HÜKÜMETİN YOL HARİTASI AYRI

Hükümetin bir müzakere taslağı var mı peki?

Elbette, hükümetin silah bırakmaya yönelik bir yol haritası var. Hükümetin Öcalan'la konuştuğu, konuşacağı konu başlıkları, silah bırakmaya karar veren bir silahlı örgütün silah bırakma sürecinin netleştirilmesiyle sınırlı. Devlet, Öcalan ile Türkiye'nin siyasal sistemini ilgilendiren ya da Türkiye'deki farklı toplumsal kesimlerin siyasal sistem içindeki konumunu yerini belirlemeye yönelik herhangi bir başlık hakkında konuşmuyor. Silahlı bir örgütün lideri olarak Öcalan ile örgütün silah bırakma koşulları, nasıl bir yol haritası, hangi mekanizmaların yardımıyla, hangi zamanlamayla silahların bırakılacağı konuşuluyor.

DEVLET O KONULARI PKK İLE KONUŞMAZ

Dolayısıyla anadil, özerklik gibi meseleler Öcalan ile Hükümet arasında konuşulan meseleler değil, öyle mi?

Elbette değil. Örgüt lideri olan Öcalan ile örgütünün geleceği ile ilgili konular konuşuluyor. Türkiye'nin siyasi, idari, sosyal yapısını ilgilendiren başlıklar, devletin Öcalan'la yaptığı görüşmelerin konusu değil. Örgüt silah bırakır, siyasal bir mücadele yolu benimser, bu konular hakkında demokratik bir siyasal mücadele yürütür. Nitekim bugün de HDP bu görüşleri savunuyor. Ama Türkiye'nin tamamını ilgilendiren bu başlıklar, devletin ne örgütle ne Öcalan ile konuşup silah bırakma görüşmelerine eklemleyebileceği başlıklar değil. Dikkat ederseniz, çözüm sürecinin başlangıcından bugüne, kamuoyuna yansıyan gerilimler, siyasi-idari başlıklardan öte, Öcalan'la görüşme sistematiği, mekanizması etrafındaki başlıklardan oluşuyor: müzakere heyetine kimin katılacağı, kimin çıkarılacağı, heyetin kaç kişiden oluşacağı ve ne zaman İmralı'ya gideceği, bu müzakerelerin nasıl bir sekretarya ile işletileceği, görüşmelerin yasal meşruiyeti ve bağlayıcılığı gibi başlıklar tartışılıyor.

SİLAH BIRAKMAYI ÖCALAN TAAHHÜT ETTİ

Devlet bu görüşmeleri PKK'nın nasıl silah bırakacağı ve normalleşme sürecine nasıl girileceği üzerine yapıyor ama öte yandan bu örgütün toplumsal bir tabanı, siyasi bir hedefi, 20 yıldır meşru siyasi alanda edindiği bir tecrübesi, hem bölgesel hem küresel bağlantıları, ekonomisi, medyası var ve kendi içinde silah bırakmak istemeyenler olduğu gibi dışarıdan PKK'ya sakın silah bırakma diyeni de var. Dolayısıyla bu çevreler açısından işler PKK'nın nasıl silah bırakacağı değil özerklik vs gibi hangi "kazanımlar" sonrasında silah bırakacağı şeklinde anlaşılıyor. Burada ikili bir söylem, görüntü yok mu?

Öcalan, silah bırakma taahhüdünü, devletle yapacağı pazarlıklar neticesinde PKK'nın silahlı mücadele yürütmesine ihtiyaç kalmayacak kazanımlar elde edeceği varsayımıyla yapmadı. Türkiye'deki siyasal sistemin silah kullanmaya gerek bırakmayacak bir demokratikleşme evresine vardığı, liderlik ettiği hareketin öngördüğü hedefe demokratik yollarla siyasal mücadele yürüterek de ulaşabileceği kanaatine vardığı için silah bırakma çağrısı yaptı. Öcalan, AK Parti iktidarında devletin geçirdiği demokratik dönüşümün silahlı mücadele zeminini ortadan kaldırdığı gerekçesiyle, 21 Mart 2013'te silahın miadını doldurduğunu kamuoyuna ilan etti. PKK'nın silah bırakma kararı, özerklik, anadilde eğitim gibi taleplerin karşılanması ön koşuluna bağlı değil. Bu taleplerin, siyasal enstrümanlarla da dillendirilebileceği bir demokratik zeminin oluştuğu kanaati, silah bırakma kararına gerekçe teşkil etti.

Bu çerçevede, toplumun tamamını ilgilendiren Türkiye'nin siyasi-idari sistemine yönelik herhangi bir meselenin, PKK'nın silah bırakmasının ön koşulu olarak ele alınması söz konusu değil.

ÖZERKLİK HİÇ KONUŞULMADI, KONUŞULMAZ

Açıklığa kavuşmasını istediğim nokta şu: Devlet bunu Öcalan ile konuşmak istemiyor ve konuşmuyor olabilir, ama Öcalan bunu konuşmak istiyor olabilir. Özerklik konusu masada olan ama ertelenen bir konu mu, yoksa zaten hiç olmayan mı bir şey mi?

Özerklik, Öcalan ile ne bugün konuşulan ne de yarın konuşulacak olan bir başlık. Tekrar olacak ama çözüm sürecinin başlama zeminini bir daha hatırlamakta fayda var. Çözüm süreci, Öcalan'ın Türkiye'deki siyasal sistemin siyasal mücadele yürütmeye uygun bir demokratikleşme eşiğine vardığı, bu nedenle de artık silahlı mücadele yürütmeye gerek kalmadığı düşüncesiyle PKK'yı silah bırakmaya ikna edebileceği konusunda devlete verdiği teminatla başladı. Dolayısıyla en başından itibaren, özerklik vb siyasi-idari başlıkların görüşmenin konusu olmayacağına yönelik bir teminatla başlayan bir süreç içindeyiz. Öcalan'ın veya örgütün özerklik hedefinden vazgeçip geçmediği ayrı bir mesele. Ama bu mesele çözüm sürecinin bir parçası, unsuru değil. PKK silah bırakır, demokratik bir çerçeve içerisinde kalarak özerkliğe yönelik siyasal mücadelesini yürütebilir.

SÜREÇ OLABİLDİĞİNCE ŞEFFAF

Spekülasyonların sebebi ne o halde? "Süreç yeterince şeffaf değil" eleştirilerinin haklılık payı olabilir mi?

Hayır, süreç olabildiğince şeffaf yürüyor. Hatta dünya tecrübeleriyle kıyaslandığında daha şeffaf yürütülen bir süreç karşımızda. Bunun en önemli nedeni de, AK Parti iktidarının en başından itibaren, kamuoyunu sürece hakem kılmış olması. Demokratik bir siyasal sistemde, periyodik aralıklarla gerçekleştirilen seçimlerle toplumun karşısına çıkan bir iktidarın, kamuoyundan gizli bir süreç yürütmesi, kamuoyunun razı olmayacağı kararlar alması mümkün değil. Sürecin ritmini, bağlamını, çerçevesini, kamuoyunun sürece yönelik rızası belirliyor. Devlet, açığa çıktığında kamuoyunda rahatsızlık oluşturabilecek hiç bir konuda bağlayıcı hiç bir karar almış değil. Ancak, son zamanlarda, Öcalan ve örgüt içerisinde, çözüm sürecinin yaslandığı temel ilkelere yönelik bir tereddüt oluştuğu için, farklı talepler gündeme geliyor. Devlet bu talepleri, süreçle ilişkili olmadığı gerekçesiyle reddettiği için de kamuoyunda bir pazarlık olduğu veya süreçte sıkıntıların olduğu gibi bir izlenim oluşuyor.

ÖZERKLİĞİN SÜRECİN BİR PARÇASI OLMADIĞINI KANDİL DE BİLİYOR

Tamam, devletle Öcalan arasında görünen dışında bir konuşma olmadı olmuyor. Ama dışarıya bir şekilde ikili bir görüntü yansıyor. Acaba Öcalan sürecin sonunda siyasi idari bir talebi olmayacağını devlete söylemiş olabilir ama bunu örgütüne söylememiş ya da onları buna ikna edememiş olabilir mi?

Örgüt de en başından beri, siyasi-idari taleplerin, sürecin bir parçası olmadığını biliyor. Sürecin ilk günlerinde, örgüt Öcalan'a sürecin iki yıla yayılması gerektiğine yönelik taleplerini iletmişti ama Öcalan bu talepleri reddetti. Sürecin zamana yayılması talebi, örgütün silah bırakmaya yönelik tereddütlerden kaynaklanıyordu. Ancak, zaman içerisinde iki gelişme, örgüt lehine bir sonuç doğurdu. Önce, Gezi eylemleri ve 17-25 Aralık operasyonları, örgütteki süreci zamana yayma kanaatini güçlendirdi. Ardından da, Suriye'deki iç savaş koşulları dolayısıyla PYD'nin elde ettiği fiili kazanımlar, örgütü silah bırakma konusunda tereddüde sevk etti. Öcalan da bu iki gelişme ekseninde örgüt çizgisine yaklaştı. 30 Mart ve 10 Ağustos seçimleri, örgütü tereddüde sevk eden birinci gerekçeyi ortadan kaldırdı, ancak Suriye'deki gelişmeler dolayısıyla örgüt silah bırakmanın kapsamı, koşulları ve zamanlaması konusunda yaşadığı tereddütlerin devam etmesine yol açıyor. Suriye'deki gelişmeler, PKK'nın silah bırakma ihtimalini zorlaştıran bir işlev görüyor.

SÜRECİN SEBEBİ SURİYE DEĞİL

Suriye'deki durum halihazırda PKK'nın çözüm süreciyle ilgili olarak kafasını karıştırıyor diyoruz ama öte yandan aslında şunu diyen de çok: "Çözüm süreci Suriye'deki duruma sonradan yakalanmış değil aslında. Her iki taraf da Suriye'de olacakları erkenden gördü, savaştan daha az etkilenmek için karşılıklı olarak bir çatışmasız döneme girmek istedi, dolayısıyla çözüm sürecinin sebebi Suriye'deki durumdur". Ne dersiniz?

Bölgesel gelişmeler, çözüm sürecini mümkün kılan dinamiklerden biri olsa da öncelikli bir dinamik değil. Çözüm sürecini mümkün kılan iki dinamik var ve bu iki dinamik de Türkiye'nin geçirdiği demokratik dönüşümle ilgili. Öncelikle, hem devlet hem de örgüt, 30 yılı aşkın bir süre boyunca sürdürdükleri güvenlik öncelikli mücadele yöntemleriyle sonuç alamadıklarını kavradılar. Ne PKK hedefine ulaştı ne de devlet PKK'yı ortadan kaldırabildi. Bundan daha önemli dinamik, AK Parti iktidarıyla geçen 12 yıllık sürede, siyasal sistemin, silahlı bir mücadelenin zeminini aşındıracak bir demokratik içeriğe kavuşturulmuş olmasıydı. Siyasal sistemin demokratikleşmesi, PKK'yı hem kendi kitlesi hem de potansiyel tabanı nezdinde anakronik bir duruma soktu. Devletin siyasal paradigmayı güvenlik paradigmasının yerine ikame etmesi ve Türkiye'nin siyasal bir mücadeleye imkan sağlayan demokratik dönüşümü, çözüm sürecinin zeminini oluşturdu. Bölgesel dinamiklere yönelik muhasebe, bu dinamikler dolayısıyla anlam kazandı. Türkiye ve bölgenin geleceğine yönelik perspektiflerin yakınlaşması bu süreci hızlandırdı.

PKK SURİYE'DE RE-ENKARNE OLDU

Örgütün Kobani'yi çözüm sürecine öncelemesini, hatta Kobani üzerinden çözüm sürecini bitirme tehdidinde bulunmasını nasıl değerlendirmek lazım?

Örgüt, Suriye'de Esat'a yönelen mücadeleye destek verip Esat sonrası dönemde kurulacak siyasal sistemin bir parçası olmak yerine, Suriye'deki iç savaşın yol açtığı otorite boşluğundan yararlanarak fiili bir durum yaratmayı tercih etti. Esat'a karşı savaşan kesimlere destek vermek yerine Esat'a yakın durdu. PYD, Esat'a karşı örgütlenen hareketlere destek olmamanın karşılığında Esat'ın yardımlarıyla üç bölgede hakimiyet elde edip kanton oluşturdu. bu kantonlarda, otoritesine alternatif oluşturabilecek bütün siyasal-toplumsal kesimleri sindirerek silah gücüyle bir hakimiyet kurdu. Kaderini Suriye'nin kaderiyle birleştirmek yerine, kendisine ayrı bir kader çizdi. PKK'nın propaganda makinesi, konjonktürel gelişmelerle elde edilen bu geçici kazanımları, Kürtlerin devlet olma sürecinin muazzam bir parçası olarak kamuoyuna lanse etti. Örgüt medyası, muazzam bir yoğunlukla, Rojava haberlerini gündeme taşıdı. Öcalan ile devlet arasında, 30 yılı aşkın bir mücadeleden sonra yürütülen görüşmeler veya Cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa Kürt kimliğiyle bilinen bir ismin Cumhurbaşkanlığına aday olması, örgüt medyasında daha az yer buldu. Dolayısıyla, Rojava, gerçek anlamından çok daha büyük anlamlar yüklendi. IŞİD'in Kobani'yi kuşatması, PYD'nin fiili-konjonktürel kazanımlarını ve bu kazanımlar üzerinden örgütün bir yılı aşkın süredir yürüttüğü propagandayı boşluğa düşürme riski doğurdu. Örgütün Kobani kuşatmasını çözüm süreciyle ilişkilendirmesi, içine girdiği bu boşlukla ilişkili.

Kobanide çatışmalar hala sürüyor ama orada yaratılan medyatik hassasiyeti ne PKK-HDP hattında ne onlara arka çıkan batılı-yerel güçlerde ne de medyada görüyoruz. Kobani süreci etkileme/zehirleme gücünü yitirdi mi?

Kuşatmanın şiddeti azaldığı için Kobani gündemdeki ağırlığını kaybetti. Yoksa, örgütün Kobani'ye yüklediği anlamda bir azalma olduğunu zannetmiyorum. Örgütün Suriye politikası ve Kobani'deki kuşatmaya verdiği tepki dozu, çözüm sürecinin ruhuna aykırılık taşıyor. Doğduğu ve beslendiği coğrafyada devletle silah bırakma görüşmeleri gerçekleştiren örgüt, Suriye'de Türkiye'nin kendisine de uzun vadede fayda sağlayacak demokratik bir dönüşüme destek verme tekliflerini reddetti. Türkiye'de silah bırakmayı kararlaştıran örgüt, Suriye'de re-enkarne oldu. Demokratik bir dönüşüm geçirdikten sonra Türkiye'nin hamiliğine yaslanmak yerine, Esat'ın konjonktürel işbirliklerine bel bağladı. Bu politika, Türkiye'de yürütülen çözüm sürecine sadakatini zedelediği gibi, Kürtlerin bu coğrafyadaki uzun vadeli çıkarlarına da zarar verdi. Bu bakış açısı sürdüğü müddetçe de, çözüm sürecinde ikircikli pozisyonunu sürdürecek.

PKK TABANINI ÇÖZÜME HAZIRLAMIYOR

6-8 Ekim olaylarının hemen öncesinde HDP Eşbaşkanı Demirtaş halkı sokağa çağırdı ve bu çağrı sonrasında ateşe verilen sokaklardan ne yazık ki 49 ölü çıktı. Ama Kürt siyasi hareketi bu yanlış tutum nedeniyle hiç beklemediği düzeyde ağır bir eleştiriye de maruz kaldı, çok geniş bir kamuoyu tarafından. Lakin aynı isim, Kobani olaylarının acı şekilde gösterdiği kamu düzenini temin amacıyla çıkartılan güvenlik paketini protesto için yeniden halkı sokağa çağırdı. İlki bir hata, sonucunu kestirememek gibi bir öngörüsüzlük ise bile, aynı çağrının ikinci kere yapılmasında ne aramalıyız, kasıt mı?

6-8 Ekim olaylarındaki ağır bilanço iki dinamikle ilişkili. İlk dinamik, örgütün kendi tabanını çözüm sürecine hazırlamayışı. İki yıldır çözüm süreci yürüyor, örgüt en üst ağızdan silahlı mücadeleyi sonlandırma niyetini deklare ediyor, ancak örgüt medyası 1990'ların duygu dünyasından kopabilmiş değil. Katliam, soykırım, imha gibi kavramlar bütün konuşma ve haberleri doldurmaya devam ediyor. Türkiye kamuoyu çözüm sürecinin gerektirdiği terminolojik dönüşüme adapte oldu. Merkez medya 1990'lardaki güvenlik paradigmasının ürettiği savaş dilinden sıyrıldı. Ancak aynı dönüşüm örgüt medyasında yaşanmıyor. Gerçekten, siyasal mücadeleye niyetlenen bir örgütün tabanını bu sürece hazırlaması gerekir. Örgüt tabanını demokratik siyasal mücadeleye hazırlamayınca, yapılan bir sokak çağrısı, 50 kişinin ölümüyle, yağma ve linç görüntüleriyle sonuçlanıyor. Örgüt tabanı bu kadar gergin tutulmamış, çözüm sürecinin gerektirdiği barışçıl bir dile ve demokratik-siyasal mücadele konseptine hazırlanmış olsaydı, 6-8 Ekim olayları yaşanmayacağı gibi, bu kadar ağır bir bilançoyla da sonuçlanmazdı. Buradan çıkartılacak en önemli derslerden biri çözüm sürecine niyeti olan, gerçekten silah bırakıp demokratik siyasi mücadele yapmaya niyet eden bir örgütün kendi kitlesini de buna hazırlamak zorunda olduğudur. 6-8 Ekim olaylarına yol açan ikinci dinamik, HDP'nin bütün Türkiyelileşme ve normalleşme niyetlerine rağmen halen örgüt ile siyasi parti arasındaki geçirgenliğini ortadan kaldırmamış olmasıdır. Bir siyasi partinin, herhangi bir siyasal gelişmeye yönelik tepki çerçevesi-sınırları bellidir. Bu çerçeve, legal-hukuki sınırlar ve siyasal meşruiyet zeminidir. HDP, sokak çağrısında bulunarak ve çağrıda bulunduğu kitlenin gösteri çerçevesini-sınırlarını belirlemeyerek bir siyasi partiden öte bir örgüt gibi davrandı.

PKK-HDP siyasi hattı kendi kitlesinin normalleşmesini istemiyor sonucunu çıkartabilir miyiz?

Örgütün kendi kitlesini normalleştirmemesini, demokratik-siyasal mücadeleye hazırlamayışını, bir problem olarak kodlamak ve mahkum etmek gerekir. Örgüt eğer, silah bırakma ve legal düzlemde siyasal mücadeleye devam etme kararında ciddiyse, bir an önce tabanını da buna hazırlamalı. Burada sivil toplumun da pozitif bir misyon üstlenmesi gerekir. Sivil toplumun, örgütün bu paradoksal duruşunu teşhir ederek kamuoyunda bir baskı oluşturması gerekir.

HALK KOBANİ OLAYLARINI DESTEKLEMEDİ

Çözüm süreci başladığından bu yana PKK-HDP hattının siyasi sosyolojik tabanında hiç mi değişim yaşanmadı, başladığımız yerde miyiz yani?

Burada örgütün tabanı ile bölgede yaşayan ama örgüte tabi olmayan toplumsal kesimleri birbirinden ayırt etmemiz gerekir. Türküyle Kürdüyle Türkiye kamuoyunun çözüm sürecine verdiği muazzam destek bütün kamuoyu araştırmalarında görünüyor. Örgüt tabanı ise, örgütün yürüttüğü propaganda dilinin değişmemesi dolayısıyla ciddi bir dönüşümden geçmiş gibi görünmüyor. Ancak, örgütün Türkiye'nin geçirdiği dönüşüme bigane kalarak, tabanını bir fanusta tutmaya devam etmesi, tabanda bir radikalleşmeye yol açtığı ölçüde taban daralmasına da yol açıyor. 6-8 Ekim olaylarına katılan göstericilere daha yakından bakıldığında, örgütün sosyolojik bir daralmaya maruz kaldığı görülebilir.

DAĞDA, KIRDA, ŞEHİRDE SİLAH BIRAK

Çözüm sürecinin yürüyüşü kamu düzeninin teminine bağlı gibi görünüyor. Hükümet ısrarla, "önce kamu düzenini bozma" diyor. Örgüt ise sahada hala aktif ve üstelik de asayiş timleri oluşturmak, seyyar mahkemeler kurmak gibi özellikle gösterişçi eylemlere yöneliyor. PKK-HDP hattı "kamu düzeni"ni başka şekilde anlıyor olabilir mi? Ya da devlete "buraların kamu düzenini bana bırak" demek istiyor olabilir mi?

Kamu düzeniyle vurgulanan şeyin ne olduğu açık. PKK'nın siyaseti silahın yerine ikame etmesiyle kast edilen şey, dağdaki silahlı kadronun silah bırakmasıyla sınırlı değil. Çözüm süreci, örgütün bütün unsurlarıyla kendisini siyasal mücadeleye ve demokratik zemine uyarlamasını içeriyor. Bu çerçevede, kamusal alanda da demokratik siyasal enstrümanların dışına çıkılmamasını gerektiriyor. Örneğin, HDP'nin gençlik kolları dışında başka bir gençlik örgütlenmesine tevessül etmemesi, paramiliter unsurlardan medet ummaması anlamına geliyor. Ancak, örgüt dikkatleri örgütün silah bırakma niyetine teksif ederek, kent merkezlerinde daha önce de benimsediği mücadele enstrümanlarını olduğu gibi sürdürmeyi planlıyor. Bunun kabul edilmesi mümkün değil. Çözüm süreci, örgütün dağda, kırda ve şehir merkezinde yürüttüğü her türlü faaliyeti legal-hukuki zemin ve siyasal meşruiyet zeminine yaslamasını gerektiriyor. Kamu düzeni, bu hususun daha açıklıkla ifade edilmesi amacıyla kullanılan bir kavram.

DEMİRTAŞ BÖLGEDE OHAL İSTİYOR

HDP eşbaşkanı Demirtaş güvenlik paketine Meclis'te de sokakta da direneceğiz dedi, sokak çağrısı yaptı. Çocuklarımızı patır patır öldürüp sonra da elinde taş vardı diyecekler dedi. Ya kamu düzeni konusunda ortak bir fikir oluşmuş değil hükümetle Kürt siyasi hareketi arasında ya da PKK_HDP hattının meşru ayağı sahip olduğu imkanları örgütün gayri meşru faaliyetleri ve eylemlerinin devamı için kullanıyor, hatta kalkan olmak istiyor? Sizce durum nedir?

HDP ve örgüt çözüm sürecinin mantığını çarpıtarak bu açıklamalarda bulunuyor. Bir siyasi parti genel başkanının siyasal gösterilerde Molotof kullanımını savunması anlaşılır değil. Kendi tabanının neden siyasal meşruiyet zeminine ve legal sınırlara riayet etmediğine dair savunma yapması, mahcubiyet duyması gerekirken, devletin molotofu ateşli silah kategorisine almasına tepki gösteriyor. Çözüm süreci başarıya ulaşacaksa, HDP'nin AK Parti, CHP veya MHP'den farklı bir düzlemde hareket etmemesi gerekiyor. Dolayısıyla, bu partilerin toplumsal-siyasal faaliyetlerinde rastlanmayan molotofun HDP'nin faaliyetlerinde de terkedilmesi gerekir. Bakın, yıllarca Türkiye'de niye tek bir hukuk sistemi işletilmiyor, ülkenin belli bir bölgesinde farklı bir hukuk işliyor diye sesimizi yükseltiyorduk, OHAL bağlamında. Bu kaldırıldı, Türkiye'nin her yerinde aynı hukuki sistem geçerli ve bu hukuki sistemin hayata geçmesi örgütün toplum üzerinde kurduğu baskıyı ortadan kaldıracağı için bir siyasi parti çıkıp "biz buna müsaade etmeyiz" diyor. Devletin daha önce bir bölgeye reva gördüğü ayrı hukuk sistemini, şimdi o bölgede etkili olduğunu düşünen bir örgüt veya bir siyasi parti reva görüyor. Buna müsaade etmek mümkün değil. Örgüt ve HDP'nin, kamu düzeni vurgusuna gösterdiği direncin merkezinde, demokratik bir mücadele neticesinde elde edemeyecekleri yönetme inisiyatifini baskı ve tahakkümle elde etme hesabı var. Buna rıza gösterilmeyeceği açık. Asıl sorun, bunun düşünülebiliyor olması.

PKK-HDP DAHA BİR ADIM BİLE ATMADI

PKK-HDP hattı kararsızlığına dayanak olarak mütemadiyen "Hükümet hiçbir adım atmadı" cümlesini kuruyor. Ne demek istiyor?

Aslında bunun sağlamasını yapmak zor değil. Çözüm sürecinin başlangıcından bu yana devletin ve örgütün yaptıklarını karşılaştırınca durum açıklığa kavuşur. Çözüm sürecinde, bir ön koşul olarak başlatılan geri çekilme süreci durduruldu. Eylemsizlik, mütemadiyen ihlal ediliyor. Örgüt tabanını sürecin gerektirdiği terminolojiyle donatmış değil. Bu listeyi daha da uzatmak mümkün. Buna karşın, devlet, görüşmeleri başlattı, heyetlerin kolaylıkla İmralı'ya gidişini sağladı. Akil insanlar heyetini kurarak faaliyet yürütmelerini kolaylaştırdı. Sürece yasal meşruiyet kazandırdı. Sürecin mekanizmasını bakanlar kurulu kararına yansıttı. İmralı'daki mahkum değişimi, izleme kurulu gibi başlıklar da örgütün kamu düzenine riayet etmesi koşuluyla ilkesel olarak kabul edildi. Çözüm sürecine toplumsal ve siyasal meşruiyet kazandıran da hükümet. Örgüt ise, halen söz verdiği tek bir başlık, geri çekilme başlığı, konusunda bile yarım bıraktığı adımı tamamlamaya direniyor

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber