Anayasa Mahkemesi'nden 'tıbbi ihmal' ile ilgili üç önemli karar

'Tıbbi ihmal' ile ilgili üç mahkeme kararı AYM'den döndü!

Kaynak : Memurlar.Net - Özel
Haber Giriş : 06 Ocak 2022 10:04, Son Güncelleme : 29 Aralık 2021 12:36
Anayasa Mahkemesi'nden 'tıbbi ihmal' ile ilgili üç önemli karar

Anayasa Mahkemesi bireysel başvurulardan seçme kararları yayınlamaya devam ediyor. 20 Aralıkta yayımlanan bireysel başvurulara ilişkin kararlardan 3 tanesi "tıbbi ihmal sonucu zarara uğranılması nedeniyle kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir."

Her üç kararda da Anayasa Mahkemesi başvuranlar lehine karar vermiştir.

HAKAN YAKAR BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2017/17310- Karar Tarihi: 19/10/2021)

İğne vuruldu, sol ayağında kısmi felç oluştu

Başvurucu 12/1/2013 tarihinde bel ağrısı şikayetiyle Gölbaşı Devlet Hastanesine (Hastane) başvurmuş, yapılan muayene sonucunda doktorun talimatıyla hemşire, başvurucuya enjeksiyon işlemi uygulamıştır.

Enjeksiyondan kısa süre sonra sol bacağında uyuşma ve ağrı şikayetleri meydana gelen başvurucu, 21/1/2013 tarihinde Hastaneye müracaat etmiştir. Burada yapılan tetkikler sonucunda başvurucuda siyatik sinir lezyonu oluştuğu belirlenmiştir. Ankara Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Eğitim ve Araştırma Hastanesinde üç hafta süre ile fizik tedavi uygulanan başvurucunun iyileşme olanağının bulunmadığı tespit edildiğinden tedavisine son verilmiştir.

Başvurucu, gerekli dikkat ve özen gösterilmeden hatalı şekilde yapılan enjeksiyonun sol ayak sinirini zedelemesi sonucunda kısmi felç oluştuğunu belirterek meydana gelen manevi zararlarının tazmini istemiyle Sağlık Bakanlığı aleyhine 23/9/2013 tarihinde tam yargı davası açmıştır.

Ankara 12. İdare Mahkemesinde (Mahkeme) görülen yargılama sırasında alınan 22/8/2014 tarihli Adli Tıp Kurumu (ATK) raporunda; başvurucuya yapılan intramüsküler enjeksiyon sonucunda ilaçların doku içi yayılımı ile sinir hasarına neden olabileceklerinin tıbben bilindiği, somut olayda enjeksiyonun yapılış tekniği ve uygulanan bölgenin uyumsuzluğuna dair delil bulunmadığı belirtilmiştir. Raporda, meydana gelen neticenin her türlü özene rağmen gerçekleşebilecek nitelikte, ihmalden kaynaklanmayan komplikasyon olduğu, bu itibarla sağlık personeline kusur izafe edilemeyeceği bildirilmiştir.

Mahkeme tarafından 27/11/2014 tarihinde davanın reddine karar verilmiştir. Karar gerekçesinde, ATK raporuna göre enjeksiyonu yapan hemşire ile talimatı veren doktora kusur yüklenmesinin mümkün olmadığı ve şikayetleri nedeniyle başvurucuya enjeksiyon yapılmasının tıbbi kurallar içinde olduğu belirtilerek davanın ispatlanamadığı ifade edilmiştir.

Başvurucu tarafından, dava dilekçesindeki iddialarına ek olarak enjeksiyon işlemi öncesinde bu işlemin olası sonuçları hakkında bilgi verilmediği, ayrıca idarenin meydana gelen neticede kusursuz sorumluluğu bulunduğu belirtilerek istinaf yoluna başvurulmuştur. Ankara Bölge İdare Mahkemesi 4. Kurulu (Kurul) tarafından 9/3/2016 tarihinde itiraz isteminin reddi ile usul ve hukuka uygun olduğu belirtilen Mahkeme kararının onanmasına karar verilmiştir. Onama kararında; ATK raporuna atıf yapılarak meydana gelen neticenin tıbbi komplikasyon olduğu ve hizmet kusuru bulunmadığı bildirilmiştir.

Başvurucu, itiraz dilekçesindeki iddialarını tekrarlayarak karar düzeltme talebinde bulunmuş; kararın usul ve yasaya uygun olduğu belirtilerek 23/11/2016 tarihinde istemin reddine karar verilmiştir.

Anayasa Mahkemesi haklı buldu

Somut olayda başvurucu, söz konusu tıbbi müdahaleden önce olası riskler hakkında bilgilendirilmediğini ve gerektiği şekilde rızasının alınmadığını ileri sürmüştür. Başvurucunun bu iddiasını itiraz dilekçesinde ileri sürdüğü ancak itiraz merciinin kararında bu konuyla ilgili hiçbir gerekçeye yer verilmediği gözetildiğinde anılan iddianın yargılama makamları tarafından karşılanmadığı açıktır.

Bunun yanında, derece mahkemesi ve temyiz merciinin tıbbi müdahale ile sakatlık arasında illiyet bağını kabul etmelerine rağmen sağlık hizmetinin doğasının risk barındırmasını, tazminat hukukuna ilişkin kurallar ile anayasal düzenlemeleri de gözeterek başvurucunun kusursuz sorumluluk ilkesi kapsamında zararların tazmin edilmesi gerektiği yönündeki iddiayı tartışmadığı ve yeterli gerekçe ile karşılamadığı anlaşılmıştır.

Sonuç olarak başvurucunun vücut bütünlüğüne yönelik tıbbi müdahale öncesinde tıp kurallarına göre öngörülebilir nitelikteki komplikasyon ve riskler hakkında yeterli bir biçimde aydınlatılmadığı iddiası bakımından mahkeme kararlarında konuyla ilgili ve yeterli bir gerekçe ortaya konulmadığı anlaşılmaktadır. Üstelik başvurucunun belirtilen iddia ve şikayetleri, yargılamanın sonucuna doğrudan etki edebilecek mahiyettedir. Dolayısıyla yargısal makamlarca bu değerlendirmelerin yapılmaması nedeniyle kişinin maddi ve manevi varlığının korunması ve geliştirilmesi hakkı bakımından kamu makamlarının pozitif yükümlülüklerini yerine getirmedikleri kanaatine varılmıştır.

FATMA YILDIRIM BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/5401- Karar Tarihi: 19/10/2021

İğne vuruldu, boynunda iğne ucuna benzer metal bulundu

Başvurucu, boyun ağrısı şikayetiyle İzmir Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesine (Hastane) müracaat etmiştir. Burada yapılan tetkikler sonucunda başvurucunun fizik tedavi bölümüne yönlendirilerek boynuna enjeksiyon yapılması gerektiği tespit edilmiştir. Bu kapsamda, başvurucunun boyun bölgesine 13/10/2011 ve 5/12/2011 tarihlerinde enjeksiyon yapılmıştır.

Başvurucu, boyun ağrılarının devam etmesi nedeniyle 25/7/2013 tarihinde Ankara Sincan Devlet Hastanesine müracaat etmiştir. Bu hastanede yapılan tetkikler sonucunda başvurucunun boynunda iğne ucuna benzer metal bir cisim bulunduğu belirlenmiştir.

Başvurucu, anılan tıbbi müdahale nedeniyle oluşan zararlarının tazmini amacıyla idareye yaptığı müracaatın olumsuz sonuçlanması üzerine 22/8/2014 tarihinde Ankara 3. İdare Mahkemesinde (Mahkeme) Sağlık Bakanlığı (İdare) aleyhinde tam yargı davası açmıştır. Başvurucu dava dilekçesinde; hatalı tıbbi müdahale sonucunda uzun süredir ağrı içinde yaşadığını, gündelik temizlik işlerinde çalışarak geçimini sağlamasına rağmen bu olay nedeniyle çalışamadığını beyan etmiştir. Başvurucu dilekçede ayrıca boynunda bulunan iğne ucunun çıkarılması için yapılacak ameliyatın hayati risk taşıması nedeniyle müracaat ettiği kurumların bu operasyonu yapmak istemediklerini, bu nedenle boyundaki cismin halen çıkarılamadığını belirterek sürekli ölüm korkusu içinde olduğunu ifade etmiştir. İdare vekili cevap dilekçesinde, başvurucunun zararı ile idarenin eylemleri arasında nedensellik bağının olmadığını ve olayda hizmet kusuru bulunmadığını belirtmiştir.

Mahkeme, yargılama sırasında Adli Tıp Kurumu Başkanlığı İkinci İhtisas Kurulundan (ATK) bilirkişi raporu almıştır. 7/11/2016 tarihli raporda; Sincan Devlet Hastanesindeki tetkikler sonucunda belirlenen yabancı cismin aidiyetinin tespit edilemediği belirtilmiştir. Raporda, bu cismin iğne ucu olduğunun kabulü halinde; enjeksiyon tarihleri ile tespit tarihi arasındaki süre itibarıyla başvurucunun başka bir kurumda da enjeksiyon yaptırmış olabileceği belirtilmiştir. ATK ayrıca iğne ucu kırılmasının tıbbi komplikasyon olduğunu; ancak bu durumun kişiye bildirilmemesinin özen eksikliği olarak nitelendirilebileceğini vurgulamıştır. Başvurucu, bu rapora itiraz ederek farklı bir sağlık kurumuna müracaatının olmadığını ve enjeksiyon yaptırmadığını ileri sürmüştür.

Mahkeme, 10/5/2017 tarihli kararı ile davanın reddine hükmetmiştir. Karar gerekçesinde; ATK raporuna atıfta bulunarak başvurucunun boynunda iğne ucu kaldığına ilişkin teşhisin 25/7/2013 tarihinde konulduğu, oysa enjeksiyon tarihlerinin 13/10/2011 ve 5/12/2011 olduğu belirtilerek zarara neden olan eylemin idarenin kusurundan kaynaklandığının saptanmadığı ifade edilmiştir.

Başvurucu; istinaf yoluna müracaat etmiştir. İstinaf dilekçesinde; dava dilekçesindeki iddialarını tekrar ederek Mahkemenin resen araştırma yükümlülüğü bulunduğunu, Hastanede yapılan enjeksiyonlardan sonra farklı bir sağlık kuruluşuna gidip gitmediğinin veya hangi ilaçları kullandığının araştırılmadığını beyan etmiştir. İzmir Bölge İdare Mahkemesi Altıncı İdare Dava Dairesi (Daire) 28/12/2017 tarihinde istinaf başvurusunun reddine kesin olarak karar vermiştir. Gerekçede, istinaf başvurusuna konu kararın usul ve yasaya uygun olduğu belirtilmiştir.

Anayasa Mahkemesi haklı buldu

Somut olayda derece mahkemeleri tarafından ATK raporuna atıfta bulunularak davanın reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. ATK raporunun incelenmesinde; başvurucunun boynunda yer alan cismin aidiyetinin belirlenemediği, bu cismin iğne ucu olduğunun kabulü halinde ise söz konusu tıbbi müdahalenin farklı bir sağlık kuruluşunda da yapılmış olabileceği, neticenin ancak adli tahkikat ile anlaşılabileceği ifade edilmiştir. Bununla birlikte aynı raporda, enjeksiyon ucunun kırılması şeklindeki neticenin tıbbi komplikasyon olduğu ancak bu durumun kişiye bildirilmemesinin özen eksikliği olarak tanımlanabileceği vurgulanmıştır.

Dolayısıyla ATK raporunda; adli tahkikat sonucunda enjeksiyon ucunun kırılmasına konu olan işlemin nerede yapıldığının belirlenmesi halinde, meydana gelen neticeyi başvurucuya bildirmeyen görevlilerin özen eksikliği nedeniyle kusurlu oldukları açıkça belirtilmiştir. Bu itibarla anılan araştırmanın yapılması, İdarenin kusurlu olup olmadığının belirlenmesi noktasında esaslı nitelik arz etmektedir.

Nitekim başvurucu tarafından sunulan istinaf dilekçesinde, Hastanede yapılan enjeksiyon sonrasında farklı bir sağlık kuruluşuna müracaatının olmadığı belirtilerek bu iddiasının ilgili kurumlardan araştırılması halinde ispatlanabileceği belirtilmiştir. Buna karşın derece mahkemelerinin gerekçelerinde, başvurucunun iddiasının araştırıldığına ve başvurucunun farklı sağlık kuruluşlarına başvurduğuna ilişkin herhangi bir tespite yer verilmediği görülmektedir. Derece mahkemeleri, yalnızca Hastane kayıtlarındaki enjeksiyon tarihleri ile yabancı cismin tespit edildiği tarih aralığında başvurucunun farklı kurumlara gitmiş olma ihtimali bulunduğunu belirtmekle yetinmiş; anılan yönde bir araştırma yapmamıştır.

Sonuç olarak başvurucunun vücut bütünlüğüne yönelik tıbbi müdahalenin Hastanede yapıldığı ve bu tarihten sonra farklı bir sağlık kuruluşuna müracaat etmediği iddiası yönünden mahkeme kararlarında konuyla ilgili ve yeterli bir gerekçe ortaya konulmadığı anlaşılmaktadır. Üstelik başvurucunun belirtilen iddia ve şikayetleri, yargılamanın sonucuna doğrudan etki edebilecek mahiyettedir. Dolayısıyla başvurucunun iddialarının Anayasa'nın 17. maddesinin gerektirdiği özen ve derinlikte incelenmemesi nedeniyle kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı bakımından kamu makamlarının pozitif yükümlülüklerini yerine getirmedikleri kanaatine varılmıştır.

PEMPE CANBOLAT VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/24915)

Karar Tarihi: 19/10/2021

Ameliyat sırasında üreter sistemlerde ve buna bağlı olarak böbreklerde hasar meydana gelmiştir.

Başvurucu Pempe Canbolat, ikinci başvurucunun eşi, diğer başvurucuların annesidir. Başvurucu 2003 yılı Ocak ayında bazı şikayetlerle Ankara Doğum Evi ve Kadın Hastalıkları Eğitim Hastanesine (Hastane) müracaat etmiştir. Bu Hastanede yapılan muayeneler sonucunda başvurucuda uterin cervix de squamöz hücreli non-keratinize tipte kanser tespit edilmiş ve bu sebeple 24/2/2003 tarihinde ameliyat edilmiştir.

Başvurucunun ameliyatı sırasında idrarı böbrekten mesaneye taşıyan üreter sistemlerde ve buna bağlı olarak böbreklerde hasar meydana gelmiştir. Bu ameliyat sonrasında çekilen MR sonucunda sağda belirgin olmak üzere üreter izlenebilen distal kesimlerde dilatasyon olduğu belirlenmiş, tedavi ve kontrollerini müteakip üç ay sonra jinekoloji ve üroloji kontrolü yaptırması önerisi ile 14/3/2003 tarihinde taburcu edilmiştir.

Başvurucu, bu ameliyattan yaklaşık iki ay sonra idrar zehirlenmesi nedeniyle Ankara Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi (Dışkapı Hastanesi) üroloji servisine müracaat etmiştir. Bu hastanede yapılan tetkikler sonucunda, taburcu olmasından sonraki süreçte iki üreterinin de tıkanmış olduğu tespit edilerek başvurucuya 12/5/2003 tarihinde iki yanlı hortum takılmış ve idrarını bu yolla tahliye etmesi sağlanmıştır. Bu tedavi süreci sonunda, idrarın tahliyesi için konulan hortumların kalmasına karar verilerek 28/8/2003 tarihinde taburcu edildiği anlaşılmıştır.

Başvurucu, ağrı şikayetlerinin artması üzerine 1/6/2004 tarihinde Türkiye Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesine (İhtisas Hastanesi) müracaat etmiş ve başvurucunun yatışı yapılmıştır. Buradaki tedavilerin sonucunda hortumlar olmadan da idrar yapma imkanı elde etmiş ve bu hortumlar çıkarılmıştır. Başvurucu taburcu işleminin ardından İhtisas Hastanesi ve Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastanesinde çeşitli ameliyat ve tedavi süreçlerinden geçmiştir.

18/9/2008 tarihinde İhtisas Hastanesi hasta hakları birimine müracaat eden başvurucu, kendisine yapılan tıbbi müdahalelerin incelenerek hatalı uygulama yapan kişilerin tespitini talep etmiştir. Bu birim tarafından verilen cevapta; başvurucunun şikayetine konu olan tıbbi müdahalelerin İhtisas Hastanesinde yapılmadığı, bu sebeple ilgili sağlık kuruluşlarına başvuru hakkının bulunduğu bildirilmiştir. Bu yazının ekinde bulunan ve İhtisas Hastanesinde görevli doktorun imzasını taşıyan 18/11/2008 tarihli raporda ise başvurucunun böbreklerinde meydana gelen hasarın iki-üç hafta sonra belirlenebilmiş olmasının tıbben kabul edilemeyeceği ve sorumsuz bir yaklaşım teşkil ettiği ifade edilmiştir. Raporda ayrıca; başvurucunun idrar çıkışının sağlanması için konulan hortumların hayatı boyunca kalacağının söylenmiş olmasının da başvurucu nezdinde psikolojik bir çöküntü oluşturduğu bildirilmiştir.

Bunun üzerine başvurucu, eşi ve çocukları tarafından 16/3/2009 tarihinde Sağlık Bakanlığı ile İhtisas Hastanesi aleyhinde tam yargı davası açılarak maddi ve manevi zararlarının tazmini talep edilmiştir. Dava dilekçesinde; ameliyat öncesi ve sonrasında bilgilendirme yapılmadığı, tıbbi hatalar nedeniyle aile olarak büyük sıkıntılar yaşadıkları iddia edilmiştir. Ankara 15. İdare Mahkemesinde (Mahkeme) yapılan yargılama sırasında Adli Tıp Kurumu (ATK) 3. İhtisas Kurulundan rapor alınmıştır. 19/10/2011 tarihli raporda; serviks kanseri nedeniyle yapılan ameliyatlar sırasında üreter yaralanmasının görülebilen komplikasyonlardan biri olduğu, her iki üreterde tam olmayan daralma nedeniyle zamanla böbrek ve üreterlerde genişlemenin meydana geldiği belirtilmiştir. Raporda ayrıca; tam daralma, tıkanma olmuş olsaydı hiç idrarın çıkamayacağı, kesilme olsaydı drenlerden veya yaradan idrar kaçağının olacağı, tam olmayan daralma bulgu verdiğinde nefrostomi yapılmasının uygun olduğu, ameliyat sonrası ortaya çıkan üreter daralmasının komplikasyon olduğu ifade edilerek müdahalelerin tıp kurallarına uygun olduğu bildirilmiştir.

Başvurucular bu rapora itiraz etmiştir. İtiraz dilekçesinde, ATK raporunun bilimsel gerçeklerle uyuşmadığı, zira İhtisas Hastanesi'ne müracaatı üzerine hazırlanan raporda, yapılan tıbbi müdahalelerin hatalı olduğu belirtilmesine rağmen ATK raporunda bu hususların değerlendirilmediği belirtilmiştir. Dilekçede ayrıca başvurucuda meydana gelen komplikasyonların hangi sebeple oluştuğu konusunda yeterli açıklama bulunmadığı ileri sürülmüştür.

Mahkeme 15/3/2013 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde; ATK raporuna atıf yapılarak ATK 3. İhtisas Kurulu tarafından oybirliği ile karar verildiği, yine olayın daha ayrıntılı olarak incelenebilmesi için 1., 2. ve 6. Adli Tıp İhtisas Kurulundan üyelerin de ilgili kurula çağrıldığı, bu üyelerin de verilen görüşe katıldıkları ifade edilerek idarenin herhangi bir hizmet kusurunun bulunmadığı vurgulanmıştır.

Başvurucular bu kararı temyiz etmiştir. Temyiz dilekçesinde; ATK raporunun meslek dayanışması içinde hazırlanmış taraflı bir rapor olduğu belirtilmiş, bu raporda İhtisas Hastanesinin verdiği cevapta belirtilen hususların açıklanmadığı, aradaki çelişkinin giderilmediği ifade edilmiştir. Dilekçede ayrıca ATK raporunun tıbbi hata kavramını ortadan kaldıracak bir görüş ortaya koyarak, somut olaydaki neticeyi olağan bir komplikasyon olarak nitelendirdiği beyan edilmiştir.

Danıştay Onbeşinci Dairesi (Daire) tarafından yapılan temyiz incelemesi sonucunda 21/5/2014 tarihinde Mahkeme kararının bozulmasına karar verilmiştir. Bozma gerekçesinde; ATK raporunda başvurucuya yönelik tıbbi müdahalelerin tıp kurallarına uygun olduğu belirtilmiş ise de başvurucuda gelişen komplikasyonların sebeplerinin ne olduğu ve komplikasyon olarak ifade edilen durumu engelleme adına gereken dikkat ve özenin gösterilip gösterilmediğinin doyurucu şekilde açıklanmadığı belirtilmiştir. Bunun yanında Mahkeme kararında taraf iddiaları ile bilirkişi raporuna itiraz dilekçesindeki hususlar ve hasta hakları birimi tarafından olayla ilgili düzenlenen rapordaki açıklamalar değerlendirilmek suretiyle, Adli Tıp Genel Kurulundan açıklamalı ve gerekçeli rapor alınması gerektiği belirtilmiştir.

Davalı Sağlık Bakanlığı tarafından bu karar hakkında karar düzeltme yoluna başvurulmuş, Daire 8/10/2015 tarihinde bozma kararının usul ve yasaya uygun olduğundan bahisle talebin reddine karar vermiştir.

Mahkeme tarafından bozma kararı üzerine yapılan yargılama sırasında, dosyanın ATK Genel Kuruluna gönderilerek yeniden bilirkişi raporu alınmasına karar verilmiştir. ATK Genel Kurulunun 29/9/2016 tarihli raporunda; başvurucuda oluşan sağlık sorunlarının her türlü tıbbi özene rağmen oluşabilecek, herhangi bir kusur veya ihmalden kaynaklanmayan tıbbi komplikasyonun sonucu olduğu belirtilmiştir. Raporun sonuç kısmında ise başvurucuya müdahalede bulunan hastanelerde yapılan işlemlerin tıp kurallarına uygun olduğu vurgulanmıştır.

Başvurucular tarafından bu rapora itiraz edilerek ATK Genel Kurulu tarafından hazırlanan raporun önceki raporda yer alan ifadelerin tekrarından ibaret olduğu, taraflı hazırlandığı; nitekim ilk raporda imzası bulunan ve başvurucunun rahatsızlıkları konusunda uzman olan Kadın Doğum Hastalıkları, Radyoloji ve Üroloji hekimlerinin heyete dahil edildiklerini ifade etmiştir. Mahkeme, bu itirazları yerinde görmeyerek 22/12/2016 tarihinde yeniden davanın reddine karar vermiştir. Karar gerekçesinde, ATK Genel Kurulunun hazırladığı rapora atıf yapılarak idare personeline kusur atfedilemeyeceğinin bilirkişi raporu ile ortaya konulmuş olması karşısında davalı idarenin maddi ve manevi tazminat ödeme yükümlülüğünün bulunmadığı belirtilmiştir.

Başvurucular temyiz yoluna müracaat etmiştir. Temyiz dilekçesinde; ATK Genel Kurulu tarafından sunulan bilirkişi raporunda Daire'nin bozma kararına konu olan hususları açıklamadığı, komplikasyonun sebebinin ne olduğu, meydana gelen neticenin önlenmesi imkanı olup olmadığı konusunda bir açıklama yapılmadığı ileri sürülmüştür. Dairenin incelemesi sonucunda 25/1/2018 tarihinde tazminat taleplerinin reddine ilişkin kararın onanmasına, vekalet ücretine ilişkin kararın ise maktu vekalet ücreti yerine, nispi ücret takdir edilmesi nedeniyle bozulmasına karar verilmiştir.

Başvurucular karar düzeltme yoluna müracaat etmiş, Daire tarafından 21/6/2018 tarihinde talebin reddine karar verilmesi nedeniyle tazminat taleplerinin reddine ilişkin karar kesinleşmiştir.

Anayasa Mahkemesi haklı buldu

Somut olayda başvurucular, söz konusu tıbbi müdahaleden önce olası riskler hakkında bilgilendirilmediklerini ve gerektiği şekilde rızalarının alınmadığını ileri sürmüştür. Başvurucuların söz konusu iddialarını dava dilekçesinde ileri sürdükleri ancak derece mahkemelerinin kararlarında bu konuyla ilgili hiçbir gerekçeye yer verilmediği gözetildiğinde anılan iddianın yargılama makamları tarafından karşılanmadığı anlaşılmaktadır.

Bu durumda serviks kanseri nedeniyle yapılan ameliyat sonucu oluşabilecek komplikasyon riski yönünden başvurucuların tıbbi müdahale yapılmadan bilgilendirilmesinin gerekip gerekmediğine ilişkin olarak yargılama sürecinde bir araştırma yapılmamış ve bu konu açıklığa kavuşturulamamıştır. Diğer bir deyişle derece mahkemelerinin kararlarında, başvurucuların ameliyat öncesinde yeterli bir biçimde aydınlatılıp aydınlatılmadığı ve rızalarının usulüne uygun olarak alınıp alınmadığı hususları tartışılmamıştır.

Sonuç olarak başvurucunun vücut bütünlüğüne yönelik tıbbi müdahale öncesinde tıp kurallarına göre öngörülebilir nitelikte komplikasyon ve riskler hakkında yeterli bir biçimde aydınlatılmadığı iddiasına ilişkin değerlendirme neticesinde de mahkeme kararlarında konuyla ilgili ve yeterli bir gerekçe ortaya konulmadığı anlaşılmaktadır. Üstelik başvurucuların belirtilen iddia ve şikayetleri, yargılamanın sonucuna doğrudan etki edebilecek mahiyettedir. Dolayısıyla yargısal makamlarca bu değerlendirmelerin yapılmaması nedeniyle kişinin maddi ve manevi varlığının korunması ve geliştirilmesi hakkı bakımından kamu makamlarının pozitif yükümlülüklerini yerine getirmedikleri kanaatine varılmıştır.

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber