MEB'in son uygulamaları çerçevesinde eğitimde Liyakat üzerine bir değerlendirme

Haber Giriş : 29 Kasım 2003 00:34, Son Güncelleme : 27 Mart 2018 00:42
EĞİTİMDE LİYAKAT VE ATALET ÜZERİNE

Yavuz ÇOBANOĞLU*

Bir "Öğretmenler Günü"nü daha geride bırakmış olduğumuz şu günlerde, her kesimden insanın, her öğretmenler gününde yaşadıklarımıza benzer şekilde, eğitim sorunlarıyla daha bir içli dışlı olduklarını görüyoruz. Bu sorunlarla en fazla ilgilenmesi gereken ve bu türden sorunları ortadan kaldırmakla görevli Milli Eğitim Bakanlığı'nın (MEB) da sorunları çözmeye yönelik bir takım çalışmalarının olduğuna şahit olmaktayız. İşte bu yazının konusu, M.E.B.'nın öğretmenlerden kaynaklandığını düşündüğü eğitim sorunlarını çözmeye yönelik çabalarına belki bir katkıda bulunmak, bu çabalardan bazılarını eleştirmek/eleştirmeye açmak, o da olmazsa en azından boşluğa bir ses vermektir.

Öncelikle meseleye en başından başlamak gerekirse, bugün anladığımız anlamıyla "kurum-institution" veya "kurumlaşma-institutionalization" dediğimiz kavramlar, "modern" kavramlardır. Bir süreç olarak ele alabileceğimiz moderniteden önce de "kurumlar"dan söz edilebilirdi, fakat modernizmin dümdüz ettiği/etmeye çalıştığı bu geleneksel kurumların hiçbiri, günümüzde "kurum" adını verdiğimiz yapı ile (bilhassa modern kurumların hukuksal bir özellik taşımaları ve kurallar bütünlüğüne dayanmaları, tüm toplumsal sistemin canlı bir parçası olmaları vb. bakımlardan) çok da benzer işleyiş sistemlerine sahip özellikler taşımamaktadırlar.

Zaten sanayileşme ile başa baş giden modernleşme, kendi kurumlarını yaratırken, bu kurumları kendi kurallarıyla da biçimlendirmişti. İşbölümü, karmaşık bir hiyerarşi, geleneksel kurumlardan modern kurumlara sirayet etmiş ve artık başka bir şey olmuş "iş ahlâkı"nın yanında modernizmin gözde kavramları olan rasyonellik ve objektiflik de bu kurallar bütünü tamamlayan kavramlardandı. Böylelikle bir anlamda da liberal demokrasinin kurumları olan bu yeni yapılar, bireylerin önünde yer alan ve onları kapsayan, biraz da kutsanmış, bir kurumsal bütünlük şeklinde ortaya çıkmıştı.

Burada bir düzen arayışından çok mevcut düzenin devamının esas alındığı görülmektedir. Artık gözde kavramlar, hukuksal yapı, rasyonellik, üretim kapasitesinin arttırılması, kalite, rekabet, gelişme, genişleme, pazar payı, satış, pazarlama gibi mülkiyetin/sermayenin korunmasını ve sürdürülmesini amaçlayan kavramlardır. Mülkiyet ve sermaye "kurum" dediğimiz yapının tam ortasına oturduğundan bu dokunulmaz iki kavramı sarsabilecek/zayıflatabilecek her türlü girişim de kurumsal işleyiş içerisinde bertaraf edilebilmektedir. "Kurumlaşma" zaten biraz da böyle bir şeydir.

Üstelik "kurum" adına çerçevelediğimiz bu nitelikler, ne bir ideal ne de ulaşılması gereken birer hedeftirler ve tartışılması gereken noktaları her zaman vardır. Hatta modernleşmenin bir parçası olan kurumlaşmanın, politik patronaj ilişkilerini tümüyle tasfiye ettiğini söylemek bile "modernleşmesini" tamamlamış ülkelere bakılarak söylenemeyebilir. Yine de niteliksizleşme ve ataleti azaltacak/ortadan kaldıracak tek ölçüt bir "liyakat sistemi"nin kurulması olarak görülmektedir.

İşte kısaca bahsettiğimiz bu sürecin sonucunda günümüzdeki kurumsal yapıya ulaşmış bulunmaktayız ya da ulaştığımızı sanmaktayız. Bir kurumun, kurumlaşması için en başta gelen niteliklerden birisi de meşru ve akılcı bir "liyakat sistemi" olduğuna göre, sırası geldiği için de artık şu soruyu sorabiliriz: Bir kurum olarak MEB acaba ne zaman meşru ve akılcı bir liyakat sistemine kavuşacaktır? MEB, atamalarda kullandığı ölçütlerde liyakati mi esas almaktadır, yoksa niteliksizliği ve ataleti mi ödüllendirmektedir? Öğretmenlerin niteliklerinden (ya da tam tersi) kaynaklanan eğitimin sorunları sadece ekonomik bir düzeltme işi midir? Uygulanması düşünülen "kademeli geçiş sistemi" bir liyakat sistemi midir ve bu sistem öğretmenleri "çalışmaya" sevk edebilir mi? Hatta bu yeni sistem eğitimin kalitesini arttırabilir mi? Neticede sorular daha da uzatılabilir, fakat biz diğer soruları ve onların yanıtlarını da aşağıdaki bölümlere saklayıp şimdi atamalarda kullanılan ölçütlerden başlayarak bu soruların peşine düşelim.


"Deneyimli Bir Arkadaşımız!..."
M.E. Bakanı Hüseyin Çelik, bir televizyon programında kendisine sorulan "Ankara İl Milli Eğitim Müdürü'nü neye göre atadınız?" meâlinden bir soruya verdiği yanıtta, atanan kişinin "17 yıllık meslek deneyimi olduğunu" ve "kanun ve yönetmelik bilgisine hakim" bulunduğunu söylemişti. Aslında M.E. Bakanı'nın Ankara İl Milli Eğitim Müdürünü atama ölçütü olarak söyledikleri, kanımca bugün eğitimin en önemli sorunlarından birisidir.

Öyle ki, atama ve yer değiştirmelerde tecrübe/deneyimin eğitim dilindeki adı olan hizmet puanı (yani her yıl görev yerine göre alınan puanların hizmette geçen yıllarla çarpılması sonucu ortaya çıkan toplam puan) birincil nitelik olarak esas alınmakta ve geçip giden bu yılların getirisi olarak bir "değer" gibi düşünülen tecrübe, en önemli tercih sebebi olmaktadır. Oysa, eğer "çağımız bilgi çağı" ise ve "bilgi de bir güç "ise tecrübeden bilginin (knowledge) çıkacağını söylemek zordur. Geleneksel toplumun bir değeri olarak tecrübe, asla bir liyakat ölçütü değildir. Liyakat kazanılmış bir haktır, halbuki hizmet puanı kazanılmış bir hak değildir, geride kalan yılların hatırına verilen bir ödül de olmamalıdır. Öyle ki hiçbir yeniliği takip etmeden, hep bir önceki yılın tekrar edilmesi ile bile "çip para" gibi her yıl "hizmet puanı" adı verilen "ölçüt" puan, zaten biriktirilmektedir.

Bu nedenle, hizmet puanını en önemli kriter olarak almak demek kısacası öğretmene "kendini geliştirme", "eğitimini yükseltme", "branşındaki yenilikleri takip etme" demektir. Bu da ne bilgisayar kullanabilen, ne dil bilen, ne öğrenmeye araştırmaya meraklı, ne de eğitimine akademik katkılar yapan öğretmenlerden olma, otur hizmet puanı biriktir anlamına gelir. Tecrübeli ama mezuniyetinden çeyrek yüzyıl kadar geçmesine rağmen taş taş üzerine koymamış, yeniliklerden habersiz, el yordamı ve deneme yanılma yoluyla (ilginçtir MEB'de de işler genelde böyle yürümektedir. Bu sadece tesadüf mü acaba?), yani geleneksel ve akıldışı yollarla, yolunu bulmaya çalışan öğretmenlerin el üzerinde tutulduğu bir eğitim sisteminden beklentiler de sanırım o derece sınırlı ve sığ olacaktır. Tabi eğer bir şey bekleniyorsa!... Daha fazla hizmet süresi = Daha fazla tecrübe = Daha değerli öğretmen denkleminden çıkan kolaycılık, aslında bugün tüm Türkiye'nin, ama özelde eğitim kurumlarının yarasıdır ve neden çağdaş bir eğitim verilemediğinin de yanıtını içinde saklar.

Örnek vermek gerekirse, geçenlerde yayınlanan "Anadolu Liselerine Öğretmen Seçimi"ne dair genelgede yer alan puanlamanın birinci maddesinde "10 yıla kadar her hizmet yılı için: 1" puan öngörülmektedir. Burada dikkat çekici olan nokta, 10 yıldan sonraki her yıl için kaç puan verileceğinin belirtilmemiş olmasıdır. Bunun birkaç madde altında ise "branşında/eğitim bilimleri alanında/bölümünde yüksek lisans yapanlara: 4", "doktora yapanlara: 5" puan verilmektedir. Yani işin aslı, aynı göreve talip iki öğretmenden "hizmet puanı" fazla olan ya da "tecrübeli" olarak kabul edilen 4-5 yıllık bir farkla taş atıp kol yormadan branşında yüksek lisans/doktora yapan diğer öğretmen ile aynı puanı toplamaktadır. Üstelik aynı genelgenin yedinci maddesinde, ülkemizde işlerini patronaj ilişkileri yoluyla yürüten "kötü niyetlilere" açık kapı da bırakılmış, "komisyon takdiri" başlığı altında "en fazla: 5" puan verilebileceği bildirilmiştir. Kısacası bir yüksek lisans/doktora mezuniyeti ancak bir "komisyon takdiri" kadar etmektedir. Keza ülkemizdeki tüm kurumlaşamamış kurumlardaki bu komisyonlar, "komisyon takdirleri"ni politik ve ideolojik temayüllere uygun olarak kullanmaktadırlar. Böylelikle de liyakat ve çalışma değil, niteliksizlik, atalet ve kötü niyet ödüllendirilmektedir.
Hemen belirtmek gerekir ki, hizmet puanının ölçüt olarak kabul edilmesi gereken yer tayin amaçlı yer değiştirmeler olmalıdır. Türkiye'nin en ücrâ yerlerinde yıllarca çalışmış olmak, tabi ki bir süre sonra orada çalışanlara da bir "iyi niyet" olarak onlara daha iyi yerlerde çalışmayı sağlamayı gerektirir. Fakat bir kurum içerisinde yapılacak atama/statü yükselmesi (burada Anadolu ve Fen Liseleri'nin statüsel konumları düşünülmelidir) bir liyakat esasını da beraberinde getirir/getirmesi gerekir. Bu da bir nitelik sorununu doğuruyorsa, zaten hizmet puanının niteliksel bir özelliği yoktur. "Vardır" demek ise öznelliğe kapı aralamaktır.

Şu da eklenmelidir ki, "bilmek", öğretmeyi de bilmek demek değildir. Lakin, "hizmet puanı üstünlüğü" olanların da "öğretmeyi bildiğini" kim iddia edebilir. Bunun bir terazisi olduğunu söylemek de mümkün değildir. Eğitimin meyvelerinin toplanmasının da yılları bulduğu göz önünde olduğuna göre, iş içinden çıkılmaz bir hâl almaktadır.

Son olarak, hizmet puanını birinci nitelik olarak alanlar şu sorulara karşılık bulmalıdırlar: Tecrübe yıllar boyunca yaşayarak öğrenilenler olduğuna göre, bir öğretmen "tecrübelenene" kadar elinden geçen kuşaklar ne olacaktır? Tecrübenin ölçütü nedir? Hizmet süresi bir tecrübe ölçütü müdür? Ve hayati soru: Eğer tecrübe bir bilgi türü ise, tecrübe etmediklerimizi nasıl bilebileceğiz?

Ya Diğer "Nitelikler?"

Öte yandan MEB'in atama ve yer değiştirmelerde kullandığı ölçütler sadece "hizmet puanı" ile sınırlı değildir. Bunlardan biri de "sicil notu"dur. Sicil notu, "sicil amirleri"nden biri olan okul müdürü ile okula gelen müfettişlerin verdikleri değerlendirme notunun toplamının ortalamasının alınması sonucu oluşmaktadır. Eğer bu iki not arasında on puanın üzerinde bir fark olursa, bu farlılığın nedeni soruşturma sebebi olmaktadır. Burada okul müdürlerinin değerlendirme notlarını yıl sonu müfettişlerin notunu da göz önünde tutarak değerlendirmesini yapmasının arada bir denge sağladığı da söylenebilir.

Peki sicil notu bir liyakat ölçütü ya da tercih nedeni olabilir mi? Bu sorunun yanıtı hem "evet" hem de "hayır"dır. Evet, çünkü atama komisyonunun bire bir öğretmenleri tanıması mümkün olmadığına göre, sicil amirlerinin öğretmen hakkındaki izlenimleri veya takipleri sonucunda ortaya çıkan sicil notu, bir "ön bilgi" olabilir. Hayır, çünkü sicil notunun hiç de küçümsenmeyecek kadar çok okul müdürü ve müfettiş tarafından pek de iyi niyetle kullanıldığı söylenemez. Üstelik, yılda bir kez gelip, bir dersinize giren müfettişin sizi ne kadar ölçebileceği de hem öğretmen hem de müfettiş açısından sorunlu bir durumdur.

MEB'in atama ve yer değiştirmede kullandığı bir diğer ölçüt ise "son üç (bazen iki) adli ve idari soruşturma sonucu görev yeri değiştirilmemiş olmak" veya "son üç (bazen iki) yıl içinde aylıktan kesme veya maaş kesimi cezalarından daha ağır bir disiplin cezası almamış olmak" gibi yasa koyucular açısından düşünüldüğünde daha anlaşılabilir olan maddelerdir. "Anlaşılabilir" olmasının nedeni, yönetim erkinin de bir takım korunma reflekslerine sahip olabilirliği/olabileceğidir. Yine de bu cezaların son birkaç yılı kapsaması ve daha gerilere gitmemesi olumlu bir durum olarak düşünülebilir. Fakat yine de bu ölçüt için söyleyemesek de, bu ölçütün oluşmasına neden olabilecek durumlar çelişkilerle doludur. Örneğin, okul müdürü ile herhangi bir nedenden dolayı tartışan öğretmen "makam farkı" yüzünden okuldan uzaklaştırılıp yer değiştirilirken, yani cezalandırılırken, aynı müdür çoğu kez kendi okulunda kalmaktadır, hem de hiçbir cezai yaptırıma uğramadan.

Bu konudaki bir diğer "öznel" örnek de ""Bilim ve Sanat Merkezi'nin" öğretmen ihtiyacının karşılanması için okullara gönderilen yazıda karşımıza çıkıyor. Yukarıda sıralanan bazı "ölçütler"in de yer aldığı bu duyuruda, "çağın getirdiği yeni gelişmeler ve değişmelere açık olanlar" ve "ekip çalışmasına yatkın olanlar" gibi, bir kriter olarak alınması durumunda epey sorun yaratacak maddeler de bulunmaktadır. Duyurudaki cümlelerle söylersek, "öğretmenleri belirlemede göz önünde tutulacak tercih nedenleri" bu kadar nesnellikten uzak olursa, eğer bu nitelikler öğretmenin suratında yazmıyorsa, talip olunan yer ve göreve seçilecek kişiler de o derece tartışmalı olabilecektir.

Diğer yandan, atama ve yer değiştirmelerde ölçüt olarak kullanılan bir diğer kriter de, meslek içi seminerlere ya da kurslara katılmış olmaktır. Bu öncelikle oldukça yerinde ve Batı'daki kurumlaşmış kurumlarda uygulanan akılcı ölçütlerden örnek alınan önemli bir uygulama olsa da yine ülkemizde ne derece uygulandığı düşünüldüğünde durum üzüntü verecek kadar kötüdür. Çünkü pek çok hizmet içi eğitim kursu ilgisizlik nedeniyle açılamamakta, kursların zorunlu hâle getirilmesi de "gönüllülük" esasını ortadan kaldırdığı için kursiyerlerden istenenin alınmasını imkânsız kılmaktadır. "Hizmet içi eğitime" katılmak bir liyakat ölçütüdür, çünkü verilmiş bir emek söz konusudur. Burada yine kocaman bir AMA yazarak başlamak gerekirse, ülkemizde hizmet içi kursa katılmak da çoğu kez her öğretmenin harcı değildir. Önce hatırlı dostlar aranacak, araya bürokratlar ya da politikacılar sokulacak, o da olmadı sendikacılar devreye girecek ve siz istediğiniz "hizmet içi semineri"ne katılacaksınız. Üstelik atama ölçütlerine göre puanlamada dört tane on beş günü aşan hizmet içi seminere katıldığınızda bir yüksek lisans bitirmiş gibi değerlendiriliyorsunuz. Hizmet içi eğitim seminerleri önemli kurslardır, bunlara çeki düzen verilmeli, katılımcıların devam takipleri düzenli yapılmalı, bu kurslar özellikle tatil yörelerinden uzak tutulmalı (zaten bir süredir çoğunlukla Ankara ve çevresindeki illlerde düzenleniyor), seminer sonunda her katılımcıya "katılım belgesi" verilmeli ama bu bir başarı belgesi olmadığı için sınava katılmak isteyenlere sınav yapılıp sınavda başarılı olanlara "başarı belgeleri" ayrı olarak verilmelidir.

Yine sırası gelmişken bir noktanın da altını önemle çizmeliyiz. M.E.Bakanlığı'nın 600 bin öğretmene tamamı 75 saat olan "bilgisayar kursu" verilmesi projesi de bu açıdan olumlu karşılanabilir. Bu sayede yüz binlerce öğretmenin bilgisayar ile tanışacağı söylenebilir. Hatta bu yıl "plânların internetten yayınlanması" uygulaması da hiç de küçümsenmeyecek kadar öğretmenin bu teknolojiyi kullanmasına, evine bilgisayar veya yazıcı almasına, ilk defa "internet kafe"lerin kapısından içeriye adım atmasına neden olmuştur. Belki de bilgisayar piyasası bu benzeri uygulamalarla daha da canlandırılabilir. Yine de burada uzun yılardır bilgisayar kullanan, internete giren ve pek çok programı da kullanabilen fakat geçerli bir belgesi olmayan öğretmenlere "enter" tuşundan başlayan eğitim konusunda gerekli anlayış gösterilmelidir.

Toparlamak gerekirse, yukarıda sıralanan ölçütlere bir kez daha baktığımızda belirtilen birkaçı dışında hiçbirinin bir "liyakat biçimi" olmadığını görüyoruz. Çünkü kazanılan ya da elde edilen hiçbir "hak" bu ölçütlerin içerisinde bulunmamaktadır. Resmi dille söylersek "biraz akıllı uslu olan ve 'işini bilen' herkes" rahatlıkla bu ölçütlerden geçebilmektedir. Peki, öyleyse liyakat ölçütleri neler olmalıdır? Şimdi de bunların peşine düşelim!....

Çözümün Yolu: Akılcı Bir Liyakat Sisteminin Kurulması

Bugünlerde M.E. Bakanlığı, öğretmenlerin çağın gerisinde kaldıklarını, öğrencilerinin bile "mail adresi varken" öğretmenlerin daha bilgisayar tuşuna dokunmadıkları eleştirilerini çoğu kez de haklı olarak yer yer dile getirmektedir. Bunun için bulunan çözüm yollarından birisi de eğitimin ve öğretmenin kalitesinin arttırılması amacıyla "öğretmenlerin kademelendirilmesi" yöntemi adıyla anılan ve medyada çokça yer alan bir proje olarak ortaya çıktı.

"Öğretmenlerin kademelendirilmesi" kısaca, "stajer öğretmen", "öğretmen", "uzman öğretmen" ve "baş öğretmen" aşamalarıyla öğretmenlerin birbirinden maaş ve nitelik olarak ayrılması uygulaması şeklinde düşünülmüş bir proje. Bu aşamalar/kademeler belli yıllara bölünmüş ve bu yıllar sonucunda yapılacak sınav veya sınavlarda başarılı olanların maaşlarında bir iyileştirme olacağı gibi, sanırım söylenmese de atamalarda öncelik de sağlanacak gibi görünüyor.

İlk bakışta proje içinde bir sınavın olması bir liyakat sinyali verse de biraz düşünüldüğünde insanın aklına pek çok soru takılıyor. Öncelikle, bu sınavın kimler tarafından yapılacağı çok önemli, bu sınavı eğer ÖSYM dışında bir kurum yaparsa ve daha kötüsü sınavdan kasıt "mülakat" ise sınavın meşruluğu ve neyi ölçtüğü en büyük tartışma konusu olacaktır. Dahası, bu kademelendirmenin meslekteki mi, yoksa mesleğe yeni başlayacak olan öğretmenleri mi kapsayacağı belli değildir. Örneğin buna göre, 15 yılını doldurmuş bir öğretmen "baş öğretmen"lik sınavı için başvuru yapamayacaktır. Çünkü ondan önce "stajerlik" aşamasını sınavsız da olsa atlattığı için en azından "öğretmen" ve "uzman öğretmenlik" aşamalarını geçmesi gerekmektedir. Eğer bu öğretmenimiz en üst aşamadaki sınava başvurabilecekse, mesleğin ilk yıllarında olan öğretmenlerin günahı nedir? Bir mesleğe başlarken sizden hangi özellikleri taşıdığınızın, ne eğitimi aldığınızın sorulması da bir liyakat biçimi olması bakımından kurumların "kurumlaşma"sını sağlayan özelliklerden ise öğretmenleri mesleğe alırken de bir seçime tabi tutmak (zaten bu yıldan itibaren bu "seçim" resmen başlamış gibi görünüyor) zorunluluklar arasındadır.

Hatta bir dönem öğretmenliğe alınmış ve şimdi sınıf öğretmenliği yapan ziraat mühendisliği, işletme, iktisat vb. bölüm mezunlarının bu sınava hangi alanlardan girecekleri, atama alanlarından girseler dahi sınavda işin pratiği sorulmayacağına göre ne yapacakları soru işaretleri ile doludur. Aynı durum branş öğretmeni olup da sınıf öğretmenliği yapanları da kapsamaktadır. Öyle ki, bir önceki dönemdeki M.E. Bakanı'nın söylediğine göre, "tüm öğretmenlerin %60'ı kendi branşları dışında öğretmenlik yapmaktadırlar." Hâl böyle olunca, bu uygulama eğer meslekteki öğretmenleri de kapsayacaksa, ki muhtemelen öyle olacak, bu da demektir ki öğretmenlerin %60'ı dört yılık lisans eğitimi gördükleri alanların dışında bir alanda sınava gireceklerdir/bir zorunluluk olmadığına göre belki de girmeyeceklerdir.

Fakat hangi grubu içine alırsa alsın öğretmenlerin maaşlarına yansıyacak 50, 100 bilemedin 150 milyonluk bir fark için öğretmenlerin bu sınava hazırlanacaklarını, bunun için de alanlarını ilgilendiren derslere çalışacaklarını düşünmek, herhalde öğretmenleri hiç tanımamak demektir, ki devletin böylesi bir parayı ver(me)mek için nasıl bir sınav hazırlayacağını tahmin etmek de güç değildir.

Ülkemizde yıllardır KPDS diye bir dil sınavı var ve kamudaki memurlar bu sınava girerek yabancı dillerini derecelendiriyorlar. Bu derecelere göre de maaşlarında "dil tazminatı" alıyorlar. Yıllar yılı böyle bir sınav olmasına rağmen yüksek öğrenimine devam eden öğretmenlerin dışında ne ek para ne de kendi kişisel gelişimi için bu sınava hazırlanan tek bir öğretmene rastlamamış olmak bu projenin, bu haliyle uygulanabilirliği açısından bazı ipuçları verebilir. Hatta İngilizce öğretmenlerinin bile köşe bucak kaçtığı bu sınav örneği gibi belki de uç bir örnek ortadayken, üzerlerine ölü toprağı serpilmiş eğitim camiasını kademelendirmeye soyunmak doğru ama bu ölçütlerle gidilecek her yol yanlışa çıkacaktır.

Eğitimin öğretmenlerden kaynaklanan sorunları tamamen maddi değildir, eğer öyle olsaydı Refahyol Döneminde öğretmenlere ek olarak verilen %37'lik zam ile sorunların en azından bir bölümü çözülmüş olurdu. Şimdi, "öğretmenler bu kadar zor durumdayken, geçim derdine düşmüşken nasıl kendi eğitimlerine vakit ve para harcasın" demek de çok doğru değildir ve genellikle bu, kolay ve epey güvenli bir sığınma noktasıdır. Burada ancak şu söylenebilir, "öğretmenler bu şartlar ortadayken neden kendi eğitimlerine vakit ve para harcasınlar ki?" Böylesi eğilimlerin izleri tüm devlet kurumlarında olduğu gibi, tabi ki MEB içinde de mevcuttur. Bu kurumdaki atalet sisteminden beslenen öğretmenler de, "eğitim" söz konusu olduğunda bu "eğitim" kendilerini ilgilendiriyorsa üç maymunu oynamakta, başkalarını "eğitmek" işi ufukta belirdiğinde ise aslan kesilmektedirler. Ne yazık ki otoriterlikten türeyen bu zihniyet için "eğitim" ancak tecrübe ya da el yordamı ile kökleşmiş veya tedavülden kalmış "bilgi kırıntıları"nı öğrencilere, ama bir fırsat bulunsa tüm insanlığa, çoğu kez iyi niyetle, o da olmadı pek çok kez de zorla öğretilmeye çalışılmasıdır. Durum böyle olunca kendi bireysel gelişimlerine/eğitimlerine inanmayan, kendi eğitimlerine magazine ayırdığı vakti ayırmayan, bu amaçla para harcamayan öğretmenlerden beklentiler de o derece az olacaktır. Sorunun çözümü bir "zihniyet dönüşümü"nde yatsa da, bunun sağlanması yılları alsa da artık bir yerlerden başlamak gerekmektedir.

Fakat yine de asıl mesele, bu kademelendirmede geçilmesi gereken bir aşama olarak alınan "uzmanlık" ve "baş öğretmenlik" kavramlarıdır. Öyle anlaşılıyor ki, yapılacak bu sınavda başarılı olanlara bu kademedeki "sıfatlar", yani "uzman öğretmen" ya da "baş öğretmen" sıfatları verilecektir. O zaman şöyle bir durumla karşı karşıya kalıyoruz: Siz alanınızda yüksek lisans (tabi ki "tezli" olanında) veya doktora derecesi alacak, hatta doçentliğe kadar çıkacak, fakat bu sınavları geçemediğiniz için ne "uzman" ne de "baş öğretmen" olacak, ne de maaşınızda bu projedekine benzer bir iyileşme yaratabileceksiniz. Türkiye'ye özel bu gülünesi durum o derece gerçektir ki, kansere çare bulsanız, yazdığınız kitapla uluslar arası ödüller alsanız yukarıdaki atama ölçütlerine uygun olmadığınız için bir Anadolu Lisesi'ne atamanız bile yapılamayacaktır. Uzmanlığın üç saatlik bir sınavla ölçüldüğü ülkemizde eğitimin asıl kanayan yarası budur. Öğrenciler "çalışmıyorlar" derken kaçılan kolaycılık tarzı, öğretmenlere gelince işlememektedir. Peki öğretmenler "çalışıyorlar mı?"

Bu sorunun yanıtı "evet"tir. Öğretmenler gerçekten büyük özveri ile çalışmaktadırlar. Çünkü öğretmenlerden "çalışma" adına beklenen, okula gelip gitmesi, yüzlerce sayfayı bulan plânlar içerisinde boğulmak (meselâ ben bu plânlara geçen yıl iki topa yakın kâğıt harcadım; müsveddeler hariç), bitmek tükenmek bilmeyen kırtasiye işlerini yapmaktır ve öğretmenler bunları lâyıkıyla yapmaktadırlar. Üstelik bu işleri süsleyerek yapanlar "iyi öğretmen" olarak da değerlendirilmekte, özellikle "sicil notu"nu çoğu kez sadece bu kırtasiye işlerinin "güzelliği" tek başına belirlemektedir.

Öte yandan, maddiyat söz konusu olduğu için belirtilmelidir ki, bugün alanlarında yüksek lisans derecesi alanlar ek derslerini %25, doktora derecesi alanlar %50 fazla olarak almaktadırlar. Yine yüksek lisansını bitirenlere 1, doktorasını bitirenlere 2 kademe verilmektedir. Bu da toplam 1 derece etmekte ve doktorasını bitiren öğretmenin, öğretmenlik yapan ve aynı zamanda göreve birlikte başladığı "ziraat mühendisi" arkadaşını ancak yakalamasını sağlamaktadır. Yılda on ay ek ders alındığına (tabi bir ek ders alıyorsanız) ve bu paranın yüksek lisans mezunları için ayda 30 ile 40, doktora mezunları için 50 ile 70 milyon arasında değişen miktarlara denk geldiği göz önüne alındığında, öğretmenlerin akıllarından zorları yoksa (?) kendi alanlarında kendilerini geliştirmek ya da sadece bu miktarlardaki ücretleri fazladan almak için yüksek öğrenimlerine devam edeceklerini düşünmek epey iyimserlik olur. Bir kere ödenen bu para sizin eğitiminiz için harcadığınız parayı ancak yedi-sekiz yılda geriye getirir. Harcadığınız emeği ne ile geri alacağınız da büyük soru işaretleri taşır. Tabi uykusuz geceler, tatilsiz tatiller ve ortaya çıkan kalıcı hastalıklar da cabası!... Alanlarında akademik çalışma yapan öğretmenlere reva görülen ortadayken, "öğretmenler çağın gerisinde" demek yasa koyucuların çelişkisidir.

Burada şu soru sorulabilir: Anadolu ve Fen Liseleri'ne seçilip gelen öğrencilere eğitim verecek öğretmenleri ne rasyonellik ne objektiflik ne çağın gerekleri ne de hakkaniyet ölçütleriyle ele alınacak kriterlerle atayıp, sonra da "çağdaş eğitimden" bahsetmek biraz garip değil mi? Meselâ geçenlerde yayınlanan bir genelge ile bundan sonra Fen Liseleri'ne öğretmen alımlarında "ikinci nitelik" olarak "alanında bilimsel bir eser yayınlamak" ölçütü getirildi. Hatta yine yakın zamanda Talim Terbiye Kurulu'na atanacak öğretmenler yüksek lisansını ve doktorasını sürdüren öğretmenlerden seçildi. Bu çok yerinde uygulamaları yapan erk, bunu yaparken Fen Liseleri'ndeki öğretmenlerin beş yıl içerisinde alanlarında yüksek lisans yapma zorunluluklarını kaldırdı. İşte ülkemizin bir sorunu daha, bir yere talipseniz önünüze bir sürü standartlar konur, fakat kimse yerine talip olunanlardan bu standartları talep etmez veya orada bulunmanın niteliksel karşılıklarını istemez. Ataleti ve niteliksizleşmeyi bundan daha fazla nasıl destekleyebilirsiniz ki?

Eğer öğretmenlere "eğitimci" diyorsak ve "eğitim"i kutsayacak kadar önemsiyorsak, seçim için kullanılan tüm ölçütler, atama yapılacak yerlerin konumları farklılıklar gösterse de, öğretmeninden il milli eğitim müdürüne kadar herkesi kapsamalıdır. Meselâ, kaç tane ilin milli eğitim müdürü yabancı dil bilmektedir? Ya da lisans eğitimi dışında yüksek eğitim almışlar mıdır? Yine de MEB içerisindeki şube müdürlerinin belli bir kadro üzerinden atanması ve görevlendirilmesi, okul müdürlüğü için "müdürlük sınavının" olması olumlu ve liyakat açısından önemli uygulamalar olarak alınabilir.

Eğitim camiasında öğretmen ve idarecilerin hangi kademeye nasıl geleceği belirlenirken, akılcı, objektif, çağdaş ölçütler kullanılmalıdır. Bu ölçütleri önem sırasına göre şöyle sıralayabiliriz:
a) Eğitim düzeyi ve yılı,
b) Konusunda bilimsel eserler/makaleler/projeler üretmesi,
c) Yabancı dil düzeyi,
d) Teknoloji kullanımı ve bilgisi,
e) Hizmet içi seminerlerine katılımı.

Bu standartları/ölçütleri belirledikten sonra, bunların hangi konum ya da yer için geçerli olacağı da tespit edilmelidir. Ölçütlerin böylelikle ortaya konmasını takiben, bunun kadar önemli bir şey de bunların arkasında durabilmektir. Eğer bugün hepimiz, hiçbir standardın olmamasından, her kurumda politik patronaj ilişkilerinin, torpilin almış yürümüş olmasından rahatsızlık duyuyorsak, eğitimden sağlığa, ekonomiye kadar ülkeyi bu duruma getiren bu bataklığı kurutmak için artık bir yerlerden başlamak gerekmektedir. Bunun başarılması durumunda, hiç de kolay olmamasına rağmen bir "zihniyet dönüşümü" için ilk adımların da atılmış olacağı söylenebilir.

Sonuç

Sonuç olarak, hangi kurum olursa olsun, kurum olarak kalması değil de "kurumlaştırılması" düşünülüyorsa, öncelikle bu kurumda bir "liyakat sistemi"nin kurulması, bu sistemin içerisinin de akılcı, objektif, kişisel gelişimin önünü açan, bilginin tecrübeyle bir hesabının olmadığı, demokratik ve hakkaniyete dayalı ölçütlerle doldurulması gereklidir.

Bu yapıldığı taktirde, o kurum üzerindeki tartışmalar azalacak, kurumun meşruiyeti ve güvenilirliği sağlanacak, kurum içerisinde yönetim, atama ve yer değiştirmeden sorumlu kişilerin işlemleri de o derece az sorgulanacaktır. Sırf bunlar bile o kurumun içerisindeki insanların çalıştıkları kurum ile özdeşleşmelerini ve bu kurumda çalışmaktan gurur duymalarını, onun meşruiyetini sorgulamamalarını, kendi bireysel gelişimlerine zaman harcamalarını, mesleklerini sevmelerini, bir nitelik kazanmalarını ve geleceğe umutla bakan öğrenciler yetiştirmelerini sağlayabilir.

Tabi sac ayağının bir ucu olan sendikalar da burada üzerine düşeni yapmalıdırlar. Sendikalar, hükümet ile sadece ve sadece "para pazarlığı" yapan, ücret zamları üzerindeki yüzdelerin içine sıkışıp kalmış olan, en kötü sendikacılık şekli "ekonomik sendikacılığı" bir kenara bırakmalıdırlar. Sendikacılık, biraz da öğretmenlerin kişisel niteliklerinin gelişimi önündeki engelleri kaldırma, başarıyı ve liyakatı savunma, en önemlisi de tüm bunları bir "değer" olarak görebilmektir.

Yaşadığımız günler ataletin ve niteliksizliğin değil, çalışmanın ve kendini geliştirmenin önemli olduğu, kurumlaşmanın sağlıklı bir sistemin vazgeçilmezi sayıldığı bir döneme denk gelmektedir. Bu nedenle, ülkemizde neden "bilim üretilmediği"nin ve ülkenin yetişmiş beyinlerinin neden ülke dışına çıktığının yanıtlarını da bulmak ve çözmek zorundayız. Ve öyle sanıyorum ki, bu "göçün" nedenleri sadece maddi temellere dayanmamaktadır. Eğer gazetelerde yer alan "müthiş Türk" haberlerinden rahatsız olanlardansanız, artık bir yerlerden başlamanın zamanı gelmedi mi? "Eğitime %100 destek" biraz da böyle bir şey olsa gerek, öyle değil mi?

* "Sınıf Öğretmeni"- Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Bölümü, Doktora Öğrencisi

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber