Osmanlı'daki gerilemeyi ilk bürokratlar gördü

Osmanlının ıslahat metinleri üzerine çalışan Binghamton Üniversitesi'nden Alp Eren Topal, yakın zamanda kitap haline getireceği tezinde, konuyu 17'nci yüzyıldan itibaren incelemeye başlıyor. Topal "Osmanlı'nın gerilediği argümanını ilk öne sürenler bürokratlardı. Kanuni'nin ölümünden sonra nizam-ı aleme halel geldiğini yazıyorlardı" diyor

Kaynak : Karar
Haber Giriş : 23 Şubat 2018 08:40, Son Güncelleme : 27 Mart 2018 00:42
Osmanlı'daki gerilemeyi ilk bürokratlar gördü

Alp Eren Topal, Osmanlıların 'biz nerede hata yaptık' temalı ürettikleri ıslahat metinleri üzerine çalışan bir isim. 2009'da Bilkent Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü'nü bitiren Topal, sonrasında aynı üniversitede siyaset bilimi alanında doktora yaptı. 16. yüzyılın sonları yani aşağı yukarı Kanuni'nin vefatından 1876'da Kanun-ı Esasi'nin ilanına kadar Osmanlı'da reform tartışmalarının dönüşümünü, Osmanlı bürokratlarının reformu tanımlamak için kullandıkları kavramları tezine konu eden Topal "Mesela 17. yüzyılda 'nizam-ı aleme halel geldiğinden' ve ıslah gerektiğinden bahsediyorlar. 18. yüzyıl sonunda ihtilal ve tecdid, yani çözülme ve yenilenmeden, 19. yy başlarında tanzim yani yeniden düzen vermeden bahsediyorlar. 1850'lerde ise tedenni ve terakki merkezi kavramlar haline geliyor, yani alçalma/gerileme ve yükselme/ilerleme. Her dönemde bozulmanın nasıl anlaşıldığı, faturanın neye ya da kime kesildiği, İslam geleneğinden hangi kaynaklara referans verildiği, reformun nasıl kurgulandığı, siyasi reform ile İslam arasındaki ilişkiyi ve benzeri problemleri inceliyorum. Bu problemler üzerinden sekülerleşme, batılılaşma, İslamlaşma gibi çok tartışılan problemlere taze cevaplar getirmeye çalışıyorum" diyor. Tezini İngilizce kitap olarak yayımlayabilmek için Almanya'nın Gerda Henkel Vakfı'na yaptığı proje başvurusu kabul edilen Topal, şu an Binghamton Üniversitesi'nde çalışıyor. Topal ile konuştuk...

* Tezinizde 16'ncı yüzyıl sonlarına doğru Osmanlı'da reform tartışmalarının dönüşümünü ele alıyorsunuz. Neden bu konuyu seçtiniz?

Doktoraya kabul alındığımda güncel siyasete dair konular çalışacağımı zannediyordum ama doktora dersleri sürecinde ilgim daha ziyade siyasi düşünce tarihçiliğine kaydı, özellikle de Osmanlı-Türk düşünce tarihine ve 19'uncu yüzyılda terakki kavramı üzerine çalışmaya karar verdim. Terakki'nin Batı düşüncesindeki progress (ilerleme) kavramının tercümesi olduğunu biliyoruz ama Osmanlı'nın farklı siyasi aktörleri için bu kelime ne ifade ediyordu? İlerleme kavramıyla karşılaşmadan önce Osmanlı siyaset adamları tarihi nasıl kavrıyor ve kavramsallaştırıyorlardı? Peki, karşılaştıktan sonra bu kavrayış nasıl bir dönüşüm geçirdi? Bu sorularıma cevap bulmak için daha geriye gitmem gerektiğini fark ettim.

* Bu gerileme kavramını açabilir misiniz?

Osmanlı'nın aslında her anlamda gerilemediği, siyasi, idari ve ekonomik dönüşüm geçirdiği; bu dönüşümlerin Osmanlı'nın çağdaşı olan diğer imparatorluklar ve devletlerle paralellikler gösterdiği, gerilemenin ancak askeri yenilgiler zaviyesinden bir anlamı olabileceği öne sürüldü. Ama yine de bu şu gerçeği değiştirmiyor: Osmanlı'nın gerilediği argümanını ilk öne sürenler de yine Osmanlı bürokratlarıydı. Özellikle 16. yüzyıl sonlarında Kanuni Sultan Süleyman'ın vefatının ardından birtakım iyi eğitimli Osmanlı katipleri birbiri ardına nizam-ı aleme halel geldiğinden yani sosyal düzenin bozulduğundan şikayet eden risaleler kaleme alıyorlar. Sonradan gelen Osmanlı bürokratları da bu risaleleri okuyor ve referans alıyor.

* Reform tartışmaları 16'ncı yüzyıldan 19'uncu yüzyıla kadar nasıl bir gelişim göstermiş?

Kanuni'nin vefatı sonrasında bürokratlar nizam-ı aleme halel geldiğinden dem vururken çok spesifik bir şeyden bahsediyorlar. Bu, Osmanlı'da ciddi ekonomik ve idari problemlerin yüz gösterdiği bir dönem: Tımar ve devşirme sisteminin yavaş yavaş terkedilişi; ulema, yeniçeri ve paşa hanelerinin ciddi anlamda ekonomik ve siyasi sermaye sahibi oluşları; iklim dengesizlikleri, demografik değişiklikler ve idari sorunlar nedeniyle Anadolu'da kırsal yaşamın büyük oranda sekteye uğramasının sonucunda 17. yüzyıla damgasını vuran Celali isyanları. Osmanlı katibi bu çalkantıları tek bir şekilde tasvir ediyor: Nizam-ı aleme halel geldi. Peki nedir nizam-ı alem diye sorduğunuzda ise yine çok net bir cevap alıyorsunuz: Israrla tabakalar arasında geçişliliğin çok arttığını, askerin esnaflaştığını, esnafın berat satın alarak yönetici sınıfa geçtiğini, hasılı insanların sosyal konumlarını aştıklarını vurguluyorlar. 17. yüzyılın ikinci yarısı ve 18. yüzyılın başında sınıfsal geçişlilik temel bir sorun olmaktan büyük oranda çıkmış görünüyor. 18. yüzyılın sonlarında ise artık çöküş ve çözülme çok acil bir sorun ve Osmanlı'nın bekasından artık ciddi anlamda şüphe duyuluyor. Özellikle Ruslar karşısındaki ağır yenilgiler ve Kırım'ın kaybı çok ciddi özeleştiri metinleri doğuruyor, bu metinlerin bazılarında Osmanlı'nın çöküşü kader ve cüz-i irade tartışması ekseninde gerçekleşiyor: Çöküş mukadder midir yoksa insan iradesiyle yani ıslahatla aşılabilir mi? III. Selim de tahta geçtiğinde divan mensubu bürokrat ve mollalardan ıslahata dair fikirlerini yazmalarını istiyor. Bu layihalarda bir yandan 100-150 yıllık çöküşten şikayet ediliyor bir yandan da yeni bir nizamdan bahsediliyor. Ama dönüp bu yeni nizamın kadim nizamın ihyasından ibaret olduğu ifade ediliyor. Burada kilit kavram tecdid yani yenilenme. Özellikle askeri organizasyonda Batı'nın taklit edildiği bir gerçekse de askeri ıslahatlarla amaçlanan şey yine devlete ve topluma sultanın tek gerçek muktedir olduğu bir siyasi düzeni geri getirmek. Zira 18. yüzyılın sonunda saltanatın iktidarı ciddi anlamda zayıflamış durumda, yeniçeri ve ulema ittifakına ek olarak, bir de Ali Yaycıoğlu'nun İmparatorluğun ortakları diye adlandırdığı ayanların yani taşralı derebeylerinin ciddi yükselişine şahit oluyoruz.

* Taşralı derebeylerinin yükselişi başka bir anlama gelmez mi?

Bir zaviyeden bunun iyi bir şey, görece bir demokratikleşme, aşağıdan yukarı bir iktidar hareketi olduğu düşünülebilir ki yeni nesil tarihçiler arasında bu tür argümanları dile getirenler var. Mesela Baki Tezcan, neden İngiltere'de kralın katli tarihe ilerlemenin bir alameti olarak kaydedilirken Osmanlı'da sultanın halli gerilemenin işareti olarak yazılıyor diye soruyor. Ben de nizam-ı cedid layihalarını bu gözle okudum. Bu layihalar yine klasik Osmanlı İslam düşüncesinin kaynaklarını referans alarak içinde bulundukları durumu bir çöküş olarak kavrıyorlar. Yine İbn Haldun önemli bir referans kaynağı. Mesela layihalardan birinde Osmanlı'nın zayıflayışı yine şehir hayatına geçişle izah ediliyor.

* Çalışmanızda siyasi reformla İslam arasındaki ilişkiyi de değerlendiriyorsunuz. Kısaca bu ilişkiye değinebilmeniz mümkün mü?

Tecdid ne demek: Bir bürokratın ifadesiyle dinin bidatten temizlenmesi. Burada bir hadise atıf var: 'Allah her yüzyılın başında bu ümmet için dinini yenileyecek birini gönderir.' Bazı bürokratlar bu hadise atıfla İslam'ı bidatlerden temizleyip yenileyecek biri gerektiğini ve III. Selim'in bu kişi, yani müceddid olduğunu iddia ediyor. Tabii Selim katledilince bu iddia çöküyor ama II. Mahmud başarılı olunca bu sefer bir başkası bu sefer yeni bir hesap yaparak asrın müceddidinin aslında II. Mahmud olduğunu savunuyor. Daha III. Selim'den önce I. Abdülhamid döneminde Rus seferinin başarısızlığı karşısında bir yeniçeri tarafından Sultan'a ihtar babında yazılmış bir ufak muhtırada mesela yazar müceddid kavramını eleştiriyor ve sultanı ve devlet ricalini gerçek Müslümanlar olmamakla suçluyor. Yine Nizam-ı Cedid'in en gergin zamanlarında dönemin tarihini yazmış bir medreseli bir İstanbul sakininin 'Bu devlet ne Devlet-i Aliyye ne Devlet-i Osmaniye'dir, bu devlet Devlet-i Muhammeddiye'dir' diye çıkıştığını görüyoruz. Yine bu dönemde reformcu bürokratların 17. yüzyıldakinin aksine çok daha fazla şeriata vurgu yaptığını görüyoruz. Bu bir yerde reform karşıtlarını susturma amacı güdüyor ama bir yandan da yeni bir şeriat anlayışına işaret ediyor. Zira görebildiğim kadarıyla şeriattan kasıt dar anlamıyla İslam hukuku değil; daha ziyade 'İslam'ın vazettiği soyut ahlaki prensipler' kastediliyor. Mesela devlet iktidarına kayıtsız şartsız itaat başta olmak üzere çalışkanlığa, şahsi ahlakta istikrara, disipline ve tasarrufa vurgu yapılıyor. Bu söylem bir yandan mevcut Osmanlı siyasi kurum ve uygulamalarının ahlaki eleştirisini yapmaya izin veriyor; Osmanlı'nın aslında 'İslam'dan saptığı öne sürülüyor.

* Bu durumda sekülerleşmeyi nereye koyacağız?

Yakın zamana kadar Osmanlı'nın 18. yüzyıl sonundan itibaren sekülerleştiği sorgulanmadan kabul edilen bir şeydi. En temel anlamıyla bu süreçte Osmanlı siyasetinde dinin rolünün geri plana düştüğü düşünülüyordu. Bürokrasi din söylemi üzerinde tahakkümü ve tekeli hedefliyor, ulema toplum üzerindeki dini iktidarını kaybediyor, muhalefet devleti bidatle itham ediyor. Hülasa İslam'ın ne olduğu açık bir tartışma konusu haline geliyor ama bu aynı zamanda İslam'ın belki hiç olmadığı kadar kamuya mal olması demek. Tabii bu süreçte kaçınılmaz olarak İslam yeniden yorumlanıyor, yeniden tanımlanıyor, belli yorumlar ve belli kaynaklar ön plana çıkarılıyor, bazı diğer kaynak ve yorumlar arka plana itiliyor. Mücadelenin neticesini hangi tarafın 'gerçek' İslam'ı savunduğu değil maddi süreç belirliyor ama mücadeleden galip çıkan tarafın savunduğu İslam hakim oluyor. Diğer alternatifler ise yer altına iniyor. Mesela Nakşibendiliğin Müceddidilik olarak bilinen kolunun III. Selim ve II. Mahmud'un reformlarına ciddi destek verdiğini görüyoruz. Nitekim yeniçeriliğin ilgasından sonra Bektaşilerin sahipsiz kalan varlıklarının bir kısmı Nakşilere devrediliyor. Ama bir 30 sene sonra Islahat Fermanı'na tepki olarak 1859'da bir Nakşi şeyhinin liderliğinde birtakım devlet ricali ve askerin şeriattan sapmakla suçladıkları sultana darbeye kalkışıyorlar.

* Terakki bu tartışmalarda nereye oturuyor?

Terakki, Osmanlı siyasi lügatına 1830'larda giriyor ve 1876'a kadar merkez bürokrasisinin dilinde ağırlıklı olarak ekonomik kalkınma ve eğitimin yaygınlaşması anlamlarında kullanılıyor. Namık Kemal gibi bir-iki istisna dışında terakkinin Batı'da olduğu gibi soyut ve ilerlemeci bir tarih anlatısına dönüştüğünü görmüyoruz. Ama Kemal'de bile bu geçmişin topyekün reddi anlamına gelmiyor; o da terakkiyi İslam'ın vaz ettiği ve İslam toplumunun ihyası için bir araç olarak görüyor.

* Alp Eren Topal özellikle Ruslar karşısındaki ağır yenilgiler ve Kırım'ın kaybının çok ciddi özeleştiri metinleri yazılmasına yol açtığını söylüyor: "Bunların bazılarında Osmanlı'nın çöküşü kader ve cüz-i irade tartışması ekseninde gerçekleşiyor: Çöküş mukadder midir yoksa insan iradesiyle yani ıslahatla aşılabilir mi?"

İNCİ DÖNDAŞ

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber